Wittgenstein felsefesini genel olarak Tractatus ve Soruşturmalar dönemi olmak üzere iki döneme ayırmak
mümkündür. Her iki dönemde de birbirine yakın görüşler ortaya koymasına rağmen, Wittgenstein’ın
ikinci döneminde farklı bir felsefe yapısının, bu dönemde kaleme aldığı Philosophical Investigations adlı eserle başladığı açıktır.
Wittgenstein’ın ilk dönem eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus, Russell’ın etkisinde kaldığı dönemlerde yazdığı
bir tür mantık felsefesi denemesidir. Bu dönemde o, felsefi sorunları mantıksal açıdan incelemekte ve
dilin sınırlarını çizerken dünyanın sınırlarını da belirlemeye çalışmaktadır. Tractatus, yayımlandıktan sonra mantıkçı pozitivistlerin en fazla
yararlandıkları eser olmuş ve Viyana Çevresi denilen okulun felsefi görüşlerinin şekillenmesine katkıda
bulunmuştur.
Dil-Dünya İlişkisi
Wittgenstein’ın Tractatus’ta ele aldığı temel sorun, dilin mantıksal yapısının ne olduğudur.
Bu kitapta o, dilin sınırlarını belirlemeye çalışırken, aynı zamanda felsefenin sınırlarını
da belirlemeye çalışır. Olgu ile değeri birbirinden ayıran yapının ne olduğu, aklın
ve bilginin sınırlarının nereye kadar ulaşabileceği sorununu ciddi anlamda ele alan ve onu çözüme
kavuşturmaya çalışan ilk filozof, Kant olmuştur. Kant’a göre değer dünyasının akılla
düşünülmesi bir sanıdan başka bir şey değildir. Aklın kendisi, fenomenlere karşılık
gelen kategorilerin dışında bir “kendinde varlık” fikrini düşünmesiyle yanılsamaya
düşer. Anglo-Sakson felsefenin temel uğraşılarından olan olgu-değer ikileminin bir
çözümünü vermeye çalışan Wittgenstein, bilinebilecek şeylerin olguyla sınırlı kalacağı
kanısına ulaşmıştır. Olgular neyin olduğu gibi olduğunu ve neyin de olduğu gibi
olmadığını belirleyen etkendir. Mantıksal uzam içindeki olgular da dünyayı oluştururlar.
Görüldüğü üzere dünyayı oluşturan yahut dolduran
olgular, değer alanını dünyanın dışına sürüklemeye zorlanırlar. Dilin sınırlarını
belirleyen etkenin olgular olması ve dünyanın da bu olgulardan oluşması, değer alanının
dünyada yerinin olmadığını zorunlu olarak söyler. Wittgenstein felsefesinin belirtmeye çalıştığı
temel nokta işte budur. Dil ile dünya arasında kurulan bağıntı, dilin de dünya gibi olgusal olmasından
değil, dilin dünyanın sınırları içinde yer almasından kaynaklanır. Olgusal olma ve dünyada
yaşama arasındaki paralellik de buradan gelmektedir. Wittgenstein gibi söylersek, dilin sınırları
dünyanın sınırlarıdır.
Dil, dünyanın sınırlarını belirlerken
aynı zamanda olguların sınırlarını da belirlemiş olmuyor mu? Aslına bakılırsa
dilin dünyanın sınırlarını belirlediği de yoktur. Çünkü dil dünyanın içinde var olmakla
dünya tarafından sınırları çizilmiş olmaktadır. Dünyanın sınırlarını
çizen temel unsursa, olgudan başkası değildir. Buradan dünya ile yaşamın aynı olduğu sonucu
kolayca çıkar; zaten Wittgenstein dünya ile yaşamı bir ve aynı sayar.
Hakikat ve Anlam Sorunu
Wittgenstein’ın ilk dönem felsefesinin temel sorunlarının
başında hakikat sorunu gelir. Hakikat olarak zannedilen şeylerin hakikati var mıdır ve bu nasıl
bilinir? Bu da anlamlı-anlamsız değerlendirmesini felsefenin gündemine getiren soru olmuştur ve geçmişte
yapılan doğru-yanlış değerlendirmesi bir kenara bırakılmıştır. “Felsefede
hakikatin mekanı cümledir” diyen Gadamer’e koşut olarak Wittgenstein da cümlenin hakikati oluşturan biricik unsur
olduğunu belirtir. Çünkü dili oluşturan unsur, cümle yani önermedir. Gerçeklik dilde açığa çıkıyorsa,
bu ancak önermeler yoluyla olur: “Önermelerin toplamı dildir.”
Erken dönem Wittgenstein felsefesindeki gerçeklik anlayışı,
önermelerin anlamlı olup olmadığıyla ilgilidir. Bir önermenin doğru ya da yanlış olmasına
bakılmaksızın, anlamlı ya da anlamsız oluşuna göre gerçekliğinin olup olmadığına
karar verilir. Daha sonra ise anlamlı olan önermenin doğruluğu savunulabilir. Önerme, gerçekliğin bir
resmi olmakla doğru ya da yanlış olabilir. Böylelikle felsefede söylenebilir olanın ortaya konulmasıyla, söylenemez olanın alanı
da belirlenmiş olur. Başkaca söylersek, felsefenin ya da söylenebilir olanın alanı dilden başkası
değildir. Tasarımları dilde açığa çıkan şeylere ilişkin söylemlerin konuşulması,
onların olgusal gerçekliklerinin bulunduğunu gösterir. Dile gelmeyen, yani anlamsal içerik olarak boş olan
sözde-önermelerin gerçekliklerinin bulunmadığını söylemek de bu anlamda doğrudur. Dile gelen ve içerik
olarak olgusal olan şeylerin gerçeklikleri vardır; dilde söylem olarak bulunsa bile, olgu alanının dışında
bulunan her türlü değer yargıları, kavramsal açıdan incelendiğinde boş yahut saçmadırlar.
Wittgenstein, Tractatus’un son cümlesinde bunu şu şekilde özetler:
“Üzerine konuşamadığımız şeyler hakkında susmamız gerek.” Çünkü değer yargıları, üzerine konuşulabilecek şeyler değildir ve bu konular
hakkında susmak gerekir.
Anlamın Resim Kuramı
Wittgenstein felsefesinin ilk döneminin daha çok “anlamın
resim kuramı” adıyla özdeş olarak anıldığı bir gerçektir. Bunu, Wittgenstein’ın
“Olguların resimlerini yapmaya çabalarız” tümcesinden çıkarmak mümkündür. Bu resimlerin, diğer deyişle tasarımların nesnelere
uygun düşmesiyle “doğru”, aykırı düşmesiyle de “yanlış” olduklarına
karar verilir. Resim, nesne durumlarının olup olmamasının olanaklarını ortaya koymak suretiyle
gerçekliğin resmini çıkarır. Ancak Wittgenstein’a göre, resmin kendisinden doğru veya yanlış
olduğu anlaşılmaz; zira a priori bir doğru resim yoktur. Resimlerin nesnelere uygunluğu, aynı zamanda dil ve düşünceye uygunluğunu da gösterir.
Tasarımların kendisi dünyayı oluştururken, dilin de dünyayı biçimlendirdiği kanısını
da unutmamak gerekir. Düşünce ve söylemin aynı şey olduğunu çok önceleri Platon dile getirmişti.
O, düşünmeyi bir tür konuşma, yani içten ve sessiz konuşma olarak niteler. Cümle, dile getirilen bir resimdir ve böylelikle resim, cümlenin anlamı sayılır. Cümle
bir nesnenin betimi olmakla, resmi yapılacak şey olgu olmaktadır.
Wittgenstein’ın felsefe alanında yaptığı
devrim, bazılarına göre haddinden çok fazla önemsenmiş olabilir. Ancak dikkat edilirse, asırlar boyu felsefenin
temelini oluşturan metafizik ve diğer felsefi görüşlerin temelinde bulunan “töz” fikrinin yerini
“cümle” almıştır. Anlamın resim kuramına göre, bağıntı cümlesinde iki
ismin birbiriyle olan ilişkisinin tespiti, gerçeklik ya da anlamlılık fikrini ortaya koyar. Örneğin “Tanrı-evren ilişkisi”ni ele alırsak, Tanrıya “a”
ve evrene de “b” dediğimizde “aRb” ifadesine ulaşmış oluruz. Tanrının
belirgin olmaması, kendisini dilde yani dünyada açığa vurmaması, bu ilişkinin doğruluğunun
kanıtlanamaz olduğunu gösterir. Böyle bir sonuç, “aRb” gibi bir ifadenin oluşamayacağı
anlamına da gelir. Tanrı-evren ilişkisinin kanıtlanamaması, “f(a,b)” gibi bir fonksiyonu
da olumsuz kılar. Kanıtlanabilen bir şeyin resmi de çizilir. Çünkü Wittgenstein’a göre kanıt, aynı
zamanda resimdir. Bundan kasıt, kanıtın bir sentetik olguyu göstermesidir. Kanıt, yalnızca bir
şeyin öyle olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda nasıl öyle olduğunu da gösterir. Bu bağlamda
dil, yaşam, dünya, önerme, resim ve düşüncenin hep birbirlerini imledikleri görülmüş olmaktadır.
Mantık Sorunsalı
Wittgenstein felsefesinde ele alınan önemli bir diğer
konu da mantıktır. Mantık, şimdiye kadar söylediğimiz şeylerle bire bir ilişki içinde olmakla
kendisinden de üstü kapalı bir şekilde bahsettirmiş bulunmaktadır. Ancak biz mantığa ayrı
bir yer açarak, çalışmamızın ilerisi için önemli olan boyutlarına kısaca değinmek istiyoruz.
Wittgenstein’da mantığın temeli olgusal
önermelere dayanır. Olgu önermesi –buna “p” diyelim- başkalarını olgunun dışında
bırakır: “~p”. Yani bir olgu önermesinin dile getirdiği şey, olgu olmayanın da dışlanmasını
şart koşar. Pears’a göre “p” ve “~p” önermelerinin arasında “yarı-p”
gibi bir önermenin bulunmayışı, üçüncü şıkkın imkansızlığında dile gelen
bir zorunluluktur. Bu da bize Aristoteles mantığının uygulama alanının nasıl değiştiği
hakkında bilgi vermektedir. Aristoteles, bir eylemin olmasının, diğer bir deyişle evetlemenin aynı
zamanda değillemeyi de kapsayacağını bildirmekle kalmamakta, ayrıca bir eylemin olması ve olmaması
dışında herhangi bir belirsizliğe de karşı çıkmaktadır. Halbuki Wittgenstein, olgularla doldurulmuş bir dünya resminin yanında değerlerin bulunamayacağını
göstermek amacıyla bu ilkeye başvurmuş görünür. Burada şunu da belirtelim: bir “p” olgusunun
“~p” ifadesini dışlaması, onun olgusallığının karakteristik yağısında
vardır. Bu bağlamda, olgusal olanın reel varlığı, olgusal olmayan ideal düşünceleri dilin
sınırlarına sokmamaya çalışır. Bir önermenin olguyu imlemesi, onun gerçek varlık alanını
imlediğini gösterir. Böylece “~p” ifadesiyle söylenmeye çalışılan şeyler, reel varlık
alanına giremeyecek ve dışarıda kalacaktır. Wittgenstein, olumlu ve olumsuz önermelerin varlığından
değil, olgusundan bahsetmektedir. Çünkü bir “~p” ifadesi, aynı zamanda bir “p” ifadesini
de varsayar; olumsuz bir şey-durumu, olumlunun varlığını da gerektirir. Dikkat edilirse, olumsuzun varlığı olumluyu zorunlu kılarken, olumlunun varlığı
olumsuzu ancak mümkün kılmaktadır. Zira “~p” ifadesinin gerçeklikte hiçbir şey tarafından
karşılanmadığı bilinir.
Wittgenstein’ın savunduğu mantık anlayışı
ontolojik temellidir; çünkü mantı, dünyanın bir yansımasıdır. Mantığın dünyayı
doldurması, dünyanın sınırlarıyla dilin sınırlarının bir olması, mantığın
da dünya ile eşdeğer olmasını gerektirir. Wittgenstein, mantığın sınırlarıyla
dünyanın sınırlarını aynı sayar ve mantıkta dünyanın içinde neyin olduğunu söylemenin
imkansız olduğunu belirtir. Buna rağmen O, Tractatus’un bir yerinde “Mantık
aşkındır” der. Mantığın aşkın olmasıyla dünyayı doldurması arasında
bir çelişki yoktur. Mantık dünyanın yansıması olduğuna göre, dünyaya aşkın olacaktır.
Dünyayı doldurmaktan maksat ise, dünyada uygulanabilir olmasındandır. Dünyanın sınırlarının aynı zamanda mantığın da sınırları
olması, onun uygulama alanının yalnızca dünya ile sınırlı olduğunu gösterir. Mantık
dünyadan önce değildir, her ikisi birlikte vardır. Wittgenstein burada şu soruyu sorar: “Bir dünya olmadığı
halde bir mantık olsaydı, öyleyse dünya varken bir mantık nasıl var olabildi?”
Wittgenstein’a göre mantığın önermeleri
totolojilerdir ve bu yüzden bir şey söylemezler. Önerme bir resim olduğu sürece bir şey söyler; mantık önermeleri ise resim değildir.
Nesne durumlarının resmi bir şey dile getirirken, mantık nesne durumu olmadığı için hiçbir
şey dile getirmez. Bu anlamda mantık sadece gösterir, yani imler.
(эφ,x).φx” ve “~(эφ,x).φx”.
Bu ifadelerin hangisi totolojik ve hangisi çelişiktir?
Wittgenstein’a göre, totoloji söyler göründüğü şeyi gösterirken, çelişme de söyler göründüğü şeyin
karşıtını gösterir. Açıktır ki, birinci ifade totoloji olmakla, diğer önerme de zorunlu olarak çelişik
olmaktadır. Değilleme imi (~), bulunduğu önermenin diğerine göre mantıksal olmadığını
da imlemiş olmaktadır.
Gördüğümüz kadarıyla, mantığın bize
gösterdiği şey, herhangi bir nesnenin mantıksal düzlemde olabilmesi ve dünyada yer bulabilmesi için, totoloji
olması gerektiğidir. Biz biliyoruz ki, değer alanına ilişkin yargıların totolojik olması
imkansızdır. “Tanrı vardır” ifadesinin totoloji oluşturması, var olmanın Tanrıyla
özdeş ve birlikte olmasını gerekli kılar. Oysa Tanrı idesi, var olmayı önceleyen varlığa
ait bir idedir.