Görülecektir ki, genellikle felsefe olarak
kabul edilen şeylerden çoğu, bu ölçüte göre metafiziktir ve özellikle de deneysel olmayan bir değerler dünyası
bulunduğu ya da insanların ölümsüz ruhlarının var olduğu ya da bir aşkın Tanrının
bulunduğu, anlamlı olarak savlanamaz. - AYER -
I
Felsefenin doğuşundan bu yana önemini hiç yitirmemiş
olan ve Aristoteles tarafından en yüce ilim olarak gösterilen metafizik, zaman zaman bazı eleştirilere hedef olsa bile yine de saygınlığını
uzun süre korumuştur. Metafiziğe karşı ilk ciddi eleştirilerin Locke ve Hume tarafından yapıldığı
ve bunun Kant ile zirveye ulaştığı görülür. Lock’un doğuştan idelerin olmadığını
ve insan aklının bir “tabula rasa” olarak bütün bilgilerini deneyimlerden elde ettiğini savunması, ardından Hume tarafından metafizik yargıların olgusal temellendirmeye açık olmamasından
dolayı birer safsata oluşunun dile getirilişi, metafiziğe karşı oldukça ciddi eleştiriler yapılmasını ve onun ilimlerin
kraliçesi olma sıfatının sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Bunun yanı sıra metafiziği
hala ciddi anlamda savunan filozofların bulunması, bir taraftan da metafiziği yine güçlü bir bilim olarak yaşatma
imkanının olduğuna felsefe çevrelerini ikna etmiştir. Ancak Kartezyen felsefenin merkeze aldığı
metafizik dünya görüşünün artık ciddi bir eleştiriye tabi tutulması gerektiğini görmüş olan
Kant tarafından bu felsefeye yöneltilen ciddi eleştiriler, metafiziğin artık önemsiz bir bilim olarak
görülüp anlamsızlaştırılmasına sebep olmuştur. Kant, metafiziği aklın bir tür yanılsaması
olarak görürken, yine de aklın metafizik olanı düşünmekten kesilemeyeceğini öne sürer. Aklın antinomileri olarak bilinen bu durum karşısında metafiziğin olgusal olanın
ötesinde bir kendinde varlık alanıyla kurduğu bağıntı, böylece yanılsama olmaktan öte geçemeyecektir.
Kant bunu kendi eleştirilerine temel olan şu meşhur önermeden yola çıkarak ileri sürmüştür: “Görüsüz
kavramlar boş, kavramsız görüler kördürler.” Bunun da temel dayanağı, aklın a priori kategorilerinin yanında duyumların da
a priori kategorilerinin olduğudur. Duyumların a priori kategorileri olan uzay ve zaman, insan aklını
sınırlandırırken, aklın transandantal alanla olan ilişkisini kurarken boş idelerle uğraşmış
olacağını göstermektedir. Kant ile birlikte başlayan bu olgusal temellendirme eğilimi, felsefeyi
bilim felsefesine indirgemiş olmaktadır.
Modern zamanlarda Frege ve Russell tarafından geliştirilen
mantıksal atomculuk, Wittgenstein ile birlikte zirveye ulaşmış ve felsefe yalnızca mantıksal
anlamda bir dil analizine indirgenmiştir. Özellikle ilk dönem Wittgenstein
felsefesinin temel eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus tarafından dillendirilen
olgusal temellendirmeyle birlikte, bir şeyin doğruluğu yani olgusal olması, aynı zamanda onun anlamlı
oluşuyla özdeşleştirilmiştir. Bunun üzerine metafizik ifadelerin kendisi, mantıksal düzlemde olmayan
hiçbir ifadenin önerme olamayacağı ve dünya hakkında bir yargıya başvuramayacağı kriteri
göz önüne alınarak anlamsız, hatta saçma sayılmıştır. Dilin kendisinde bulunan kelimelerin kurduğu cümlelerin birer önerme olabilmesi için, olgusal olmasını
zorunlu olarak gören bu mantıksal tutum, yalnızca metafizik olanı değil, onunla ilişkili olan her
şeyi anlamsız görmüştür. Bunlara başta teoloji, etik ve estetik olmak üzere bütün olgusal olmayan dinsel
ve aksiyolojik ifadeleri barındıran alanlar dahil edilmiştir.
Bütün bu gelişmeler esnasında Schlick ve Mach tarafından
kurulan Viyana Okulu’nun temsilcileri tarafından daha katı bir şekilde dile getirilmeye başlanan
bu tutum, fizik bilimindeki gelişmelerden de destek almış ve metafizik olan her şeye karşı çıkarak
bütün bir felsefe geleneğini neredeyse anlamsız saymıştır. Wittgenstein’ın dilin sınırlarının
dünyanın sınırlarıyla aynı olduğunu söylemesi ve tüm var olan her şeyin olgularla sınırlandırılması görüşünü savunması,
metafizik olanın yokluğunun anlaşılmasına sebep olmuş ve pozitivist gelenek tekrar canlandırılmıştır.
Viyana Okulu içinde bizzat bulunan tek İngiliz felsefeci olan Ayer tarafından Anglo-Sakson dünyaya taşınan
olgucu görüş, Language Truth and Logic adlı eseriyle birlikte bütün felsefelerde
derin izler bırakan bir metafizik eleştirisi getiştirmiştir.
II
Ayer’ın kitabının ilk konusunun “Metafiziğin
Elenmesi” oluşu, mantıksal olguculuğun ilk hedefinin de metafizikten kurtulmak olduğunu anlatmaktadır. Filozofların geleneksel tartışmalarının büyük ölçüde verimsiz olması yanında
gereksiz olduklarını söyleyerek kitabına giriş yapan Ayer, bu tür bir işle uğraşan filozofların
yaptıkları işin hangi öncüllerden yola çıktığını sorgulamakla metafiziğin belirli
bir eleştirisinin yapılabileceğini belirtmektedir. Ayer, burada bir Kant eleştirisi yaparak onun metafiziğin imkanını yalnızca
duyularla elde etmenin mümkün olmadığını, oysa bir başka alanda metafizik imkandan bahsedilebileceğini
söylemesinin yine de bir çelişki olduğunu söylemektedir. Kant’a göre metafizik bir önermenin akıl tarafından düşünülmesi sonucunda, metafiziğin
imkansızlığından değil de duyuların yetkinsizliğinden bahsedilmesi gerekmektedir. Bu şekilde
duyulardan yoksun olarak bir bilgiye ulaşamayan saf aklın yanılsamaya düşerek bir antinomi üretmesi söz
konusu olacaktır. Oysa Ayer, duyu ötesi bir varlık alanından bahsetmenin olanağının onu bilmekle
aynı olduğunu belirtmektedir. Çünkü ona göre böyle bir alandan bahseden kişinin en azından o alanın
varlığını bilmesi gerekmektedir ki, o burada Wittgenstein’ın Tractatus’un önsözünde yazdığı bir önermeden hareket eder: “Düşünceye bir sınır
çizebilmemiz için, bu sınırın iki yanını da bilmemiz gerekir.” Ayer’a göre, bir metafizik önermenin yanlışlığını ortaya koymak için,
bir önermenin olgusal durum hakkında bir şey söyleyip söylemediğini test etmeye olanak verecek bir ölçütün
düzenlenmesi ve ele alınan metafizik yargıların bu ölçüte uymadığının gösterilmesi yeterlidir.
Ayer, felsefenin işlevi bakımından metafiziğe
yer verilemeyeceğine değinerek Kant gibi o da Descartes felsefesinin temellerine yaptığı eleştiri
ile bunu göstermeye çalışmaktadır. Descartes’ın amacının yalnızca bir sezgisel öngörüyle
doğru bilginin imkanını bulmak olmadığını, aksine onun yadsınması iç-çelişkili
olan önermelere dayandığını söylemektedir. Ona göre, böyle bir durumda iç-çelişkili olmanın “non cogito”nun kendini olumsuzlamasına
bağlı oluşu, hiçbir önermenin bunu gerçekleştirememesinden dolayı “cogito”nun kendisinin
imkansızlığını ortaya koymaktadır. Belli bir anda bir düşüncenin ortaya çıkışı,
başka bir anda başka bir düşüncenin ortaya çıkışını garanti etmez. Böylelikle Ayer, metafiziğe düşmeksizin ilk ilkelerden elde edilecek bilginin yalnzıca
a priori olması gerektiğini ve bütün a priori önermelerin de totoloji oluşturacağından bunun imkansız
olduğu sonucunu çıkarmaktadır.
Ayer’a göre görünüşteki olgu bildirimlerinin sınanmasındaki
ölçüt “doğrunalabilirlik” olmalıdır. Bir kimse, bir önermenin anlatmak istediği şeyi
nasıl doğrulayabileceğini, yani belli koşullar altında hangi gözlemlerin kendisini bu önermeyi doğru
ya da yanlış olarak kabul ya da redde götüreceğini biliyorsa, bu önerme o kişi için olgusal bir anlam
taşır. Bir önermenin hangi yolla doğrulanabileceğinin sorulmasından sonra, eğer onu doğrulamaya
götüren bir kanıt yoksa, bu önerme bir sahte-önermedir ve önerme hakkında gerçek bir soru sorulamaz demektir. Ayer ayrıca doğrulanabilirlik ilkesini de pratik ve ilkesel olarak doğrulanabilme yönünden
iki kategori halinde sunmaktadır. İlke olarak doğrulanabilmede, olgunun yahut gözlemsel şeylerin varlığının
bizzat kanıtlanması ya da önermelerin totolojik olması durumu vardır. Oysa bir pratik doğrulamada,
bilgimizin dışında ve gözlem sınırlarımızın ötesinde bulunan nesnelere ilişkin
bir durum söz konusudur. Örneğin, Ay’ın görünmeyen yüzünde dağların olduğu söylemi bu türden
bir doğrulamadır. Ancak bu tür önermelerin daha sonra yeterli bir gözlem sayesinde ilke olarak doğrulanabileceği
varsayımından hareketle, onların anlamlı olduğu varsayılmalıdır.
Buradan Ayer ve Viyana Çevresi’nin deney dediği
şeyin bilimdeki deneye koşut olduğu görülmektedir. Zira doğrulanabilirlik ölçütü bakımından
dile gelen deney, gözlemlenebilen olgulardan başkası değildir. Mantıksal pozitivizmin esasının, basitçe bütün deneye dayalı ifadeler yani dünya
hakkındaki söylemlerin test edilebilir olması gerektiği şeklinde ifade edilebilir. Eğer bir ifade
test edilemiyorsa, deneye dayalı bir anlamı da yoktur. Burada “test edilebilir” ya da “doğrulanabilir”
ile mantıkçı pozitivistlerin demek istedikleri ifade, duyular vasıtasıyla sezilebilir olmaktır.
Ayer tarafından yapılan bir başka ayrım,
doğrulanabilirlik teriminin “güçlü” ve “zayıf” anlamları arasında yapılması
gereken ayrımdır. Bir önerme eğer doğruluğu deneyle kesin olarak saptanırsa, o önermenin güçlü;
eğer deney onu olası kılıyorsa, onun da zayıf olduğu söylenebilir. Oysa bir metafizik önermenin
ancak doğrulanabilir olduğu zaman gerçek olabileceğini söyleyebilecek bir terimin hangi anlamda kullanılacağını
belirten bir durum söz konusu değildir. Ancak Ayer burada bir soruna daha işaret eder ki, o da doğrulanabilirliğin kesin olarak
ele alınmaması gerektiğidir. Kimi olgucuların önerdiği kesin olarak doğrulamanın ele alınışının asla kanıtlanamayacak olan birtakım önermelere uygulanması, bizi onların metafizik
önermeler olduğu sonucuna götürür ki, bu durum oldukça sakıncalıdır. Ona göre “Bütün insanlar ölümlüdür”
gibi önermelerin hiçbir zaman tam olarak kanıtlanması mümkün olmadığından, doğrulanabilirliğin
kesin olmak yerine olası olmak durumunda olduğu gözden kaçmamalıdır. Bu durum, herhangi bir olguya ilişkin
ifadenin olumsallık derecesi ne olursa olsun, ileride gerçekleşebilecek olan bir deneyle bunun yanlışlığının
ortaya konabileceği anlamına gelir. Kısaca söylemek gerekirse, zorunlulukla varlık, mantıksal açıdan
birbiriyle bağdaşmaz kavramlardır.
Bütün insanların ölümlü oluşu, kesin olarak çözülemeyen
bir sorun yani tümevarımın gerçekleşmediği bir durum olarak onların anlamsızlığını
ortaya koymuş olacaktır. Bu durum ise, onların metafizik önermelerle aynı kategoride değerlendirilmesine
yol açtığından, neyin metafizik olup olmadığı da bir sorun olacaktır. Çünkü bir önerme anlattığı şey bakımından ya analitik ya da deneysel olarak
doğrulanabilir durumdaysa, onun gerçek anlamı vardır demekle, gerçek anlamı olmayan bir şeyin bir
önermeyi dile getirmediği itirazıyla karşı karşıya gelmek durumu söz konusudur. Ayer bu durumun
yalnızca terimsel güçlükler doğurduğunu ve bu güçlükleri aşmak için ya önermeyi ortadan kaldırarak
doğrulanabilirlik ilkesinin yalnız cümlelere uygulanması ya da önermenin kullanım alanının genişletilmesi
gerektiğini belirtmektedir.
Ayer’a göre metafizik önermelerin anlamsızlığı,
onun duyu-deneyimlerine açık olmayışıyla gösterilmektedir. Duyuların kimi zaman yanıltıcı
olduğu kabul edilse bile, bunu bize haber verenin de yine duyular olduğu göz önüne alınırsa, duyulara
konu olan şeylerin yanıltıcılığını saptamada yine duyulara güvenmekteyizdir. Buna
göre duyu-deneyinin gerçek dışı olduğu savını ileri süren idealist görüşlerin ciddiye alınmaması
gerektiği belirlenmiş olmaktadır. Bir nesnenin gösterilebilmesi, onun dilde betimlenmesini zorunlu kılar. Eğer bir tümce bir
önerme anlatacaksa, bir nesne-durumunun adını vermesi yetmez, aynı zamanda onun üzerine bir şeyler söylemesi
gerekir.
Ayer, metafizikçilerin söylemlerinin anlamsız olduğu
olgusunun, onların yalnızca olgusal içerikten yoksun olmalarından dolayı değil, aynı zamanda
metafizik söylemlerin önsel olmadığı sonucundan da çıktığını belirtmektedir. Çünkü
filozoflar, önsel önermeleri totoloji oluşturduğu için her zaman kullanmaya çalışmışlardır
ki, anlamlı önermeler öbeğinin tümünü deneysel varsayımlarla totolojiler oluşturmakta ve metafizik savlar
hiçbir zaman böyle bir içeriğe sahip olamamaktadır. Ayer’ın bu görüşünden, onun önsel olanı metafizikçilerin kullanamayacağını
savunduğu çıkmalıdır. Zira o kendisini bir deneyci saymakla deneycinin özniteliğinin, her olgusal
önermenin duyu-deneyine yöneltimde bulunması gereğine dayanarak metafizikten kaçınmak olduğunu ileri sürmüştür.
O aynı zamanda deneycilik derken, genellikle deneycilikle birlikte giden psikolojik öğretilerden herhangi birine
inanmadığını da özellikle belirtmektedir. Ona göre bizim bilgisini edinebileceğimiz şeyler kesinlikle olgulardır ve bu tür psikolojik
sezgilerin yanılgıya düşürmesi söz konusudur. Ayer’a göre dolaysız olarak verilmiş olmayan nesnelerin varoluşunun önsel bir kanıtını
beklemek, boş ve bu yüzden de anlamsızdır. Eğer bunlar metafizik nesneler değilseler, belli duyu-deneylerinin
ortaya çıkması, onların varoluşunun gerekli ya da elde edilebilir olan tek kanıtını oluşturacaktır.
Uygun duyu-deneylerinin ise, ilgili koşullar altında ortaya çıkıp çıkmadıkları sorununun
da önsel bir kanıtlama yoluyla değil, edimsel uygulamayla kararlaştırılması gerekir. Eğer bilişsel anlamlı söylem, gözlem yoluyla ya da deneysel olarak doğrulanabilir
ifadelerden oluşacaksa, günlük konuşma dilindeki ifadelerin büyük bir bölümü bu ilkeye uygun olarak ifade edilemediğinden
dolayı anlamsız olmayla yüz yüze gelecektir.
Ayer’ın metafiziğe yönelttiği temel
eleştirilerden biri, “töz” kavramının içeriğiyle ilgili olup, o bunun nasıl anlaşılması
gerektiği üzerinde yapılan spekülasyonlara değinmektedir. Dilde bir şeyin duyulabilir özelliklerinden,
onun üstüne söylenebilecek herhangi bir şeyin karşıtı olarak, o şeyin kendisinin yerini tutar gibi
görünen bir sözcük ya da deyimi içeri sokmaksızın söz etmenin imkansız oluşu gibi bir durumun var olduğunu
ileri süren Ayer, bunun sonucu olarak her adın karşılığında tek bir gerçek varlığın
bulunması gerektiği vehmine kapılan filozofların bulunduğunu ve bunun yanlış olduğunu
söylemektedir. Fakat bir şeyden söz etmek için tek bir sözcük kullanmak ve bu sözcüğü, içinde o şeyin
duyulabilir yönlerinden söz edilen tümcelerin gramatik öznesi yapmak gibi bir durumun bulunması olgusundan, hiçbir zaman
nesnenin kendisinin bir “yalın varlık” olduğu veya onun, kendisinin görüntülerinin toplamının
terimleriyle tanımlanamayacağı gibi bir sonuç çıkmaz. Mantıksal çözümlemeye göre, bu görüntüleri
aynı şeyin görüntüleri yapan şey, kendilerinin dışındaki bir varlıkla olan bağıntıları
değil, birbirleriyle olan bağıntılarıdır ve metafizikçiler dillerinin yüzeysel gramatik özelliği
tarafından yanılsamaya düştüğünden bunu görememektedirler.
Gramatik olarak bir düşünce biçiminin metafiziğe
götürme yolunun daha yalın ve daha açık bir örneği olarak varlığın metafizik kavramının
durumunu örnek veren Ayer, varlık üzerine hiçbir kavranabilir deneyin bize yanıtlama imkanı vermediği
sorular ortaya atma eğiliminin kaynağının, dilde varoluşsal önermelere ilişkin tümcelerle niteleyici
önermeler anlatan tümcelerin aynı gramatik biçimde olabilmeleri olgusundan ileri geldiğini öne sürmektedir. Biz
bir şeye yüklem verdiğimizde, onun var olduğunu da örtük olarak belirtmiş oluruz. Öyle ki, eğer varoluş
bir yüklem olsaydı, bütün olumlu varoluşsal önermeler totoloji; bunun yanında bütün olumsuz varoluşsal
önermeler de iç-çelişkili olurdu ki, aksine durum böyle değildir. Ayer’a göre varlık üzerine, varoluşun
bir yüklem olduğu kabulüne dayanan sorular ortaya atanlar, dilbilimi yani gramatik ifadeleri ayrıca anlam sınırları
dışında izleme yanlışı içerisine de girmiş olmaktadırlar.
Ayer, genellikle varoluşu bulunmayan gerçek varlıklar
olduğu aksiyomunun, gramatik öznesi olan sözcük ya da deyime karşılık olarak, bir yerlerde bir gerçek
varlığın bulunması gerektiği vehmine kapılanların sözleri olduğunu ifade etmektedir.
Çünkü ona göre deneysel dünyada bu varlıklardan birçoğu için yer bulunmadığından, onları yerleştirmek
üzere özel bir deney-dışı dünyadan yardım istenmiştir. Böylelikle Ayer, geleneksel felsefe sorunlarından birçoğunun metafizik ve bu yüzden de yapıntı
yani saçma olduğu görüşünün, filozofların psikolojik durumları üzerine inanılması gayet güç
varsayımlar yapmayı gerektirmediğini göstermiş olduğu görüşünü savunmaktadır. Metafizikçilerin
aksiyomlarının gerçek anlamı olmadığına göre, onların ne doğru ne de yanlış
oldukları gösterilebilir; yalnızca onların anlamsız oldukları söylenebilir.
Ayer, metafizikçilerin söylemlerinin duygu uyandıracak
mahiyette olması sebebiyle edebiyata ilişkin sayılmasına da karşı çıkmaktadır. Çünkü
o, ediplerin söylemlerinin de metafizikçilerinki gibi anlamsız sayılabileceği endişesiyle bunu reddetmektedir.
Zira ediplerin ürettikleri şeylerin gerçekte karşılık geldikleri bir anlam dünyası vardır. Oysa
metafizikçiler başta deney dünyasında yeri olmayan yani nesnesi bulunmayan söylemler dile getirirken, -her ne kadar
yanlış şeyler söyleseler bile- edebiyatçıların yapıtlarındaki söylemlerin sahte-önermelerden
kurulu olmadığı göz önüne alınırsa, onların bir anlam dünyasını betimledikleri ileri
sürülebilir. Aslında metafizikçilerin anlamsız şeyler yazmak istemez, ancak onlar, bu duruma dilbilgisine
aldanmaları ya da dış dünyanın gerçekliğinin bulunmadığı savına götüren akıl
yürütme sonucunda düşerler. Bunun yanı sıra şunu da söylemek gerekirse, metafizik yargıların
büyük bölümünün vehim olması dışında, gizemli ve ruha hoş gelen duygusal düşüncenin ürünü olan
birtakım ifadelerin yani etik ve estetik yargıların akla yatkın olduğu savunulabilir. Ancak Ayer’a
göre bir metafizikçi ile estetik kaygılar taşıyan bir mistik arasında önemli bir fark yoktur.
Ayer’a göre dinsel ve etik olan yargıların
sentetik önerme oluşturmaması, onların birer anlamsız savlar olduğunu ifade eder. Bunlar da metafizik
ifadeler gibi kanıtlanamaz ve yadsınamazlar, yalnızca inanca konu olurlar. Ayer’ın teoloji ve etik alana ilişkin söylemlerinde metafiziğe yer vermemesinin
en önemli sebebi, aşkın varlıktan yoksun bir metafiziğin olabileceği ve bunun için bir teoloji ya
da değerler alanına gerek bulunmadığı inancında oluşudur. Bu yüzden onlardan burada uzunca
bahsetmek, konuyu daha da uzatmak ve maksadın açıkça anlaşılmamasına sebebiyet vermek olacaktır.