Thales (M.Ö. 624-545)
Klasik Yunan felsefesinin Thales ile başlatılması
geleneği, felsefenin mahiyeti hakkında Aristoteles’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Thales, evrenin
ana ilkesinin su olduğunu bildirmiştir. Thales’in, suyu yani tek bir tözü evrenin temel maddesi olarak görmesi,
değişmeksizin kalan tek tözün su olduğunu düşünmesinde yatar. “Bir şeyin kendisinden geldiği şey” olarak
açıklanan “arkhe”, Thales’in her şeyin su ile beslendiği ve varlığını
onunla sürdürdüğü gözleminde bulunmasından ötürü suya nispet edilmiştir. O, maddi varlık olan suya metafizik bir nitelik vermiş olmakla,
hayatın anlamının da metafizik bir yapıya sahip olduğunun bilincine varmıştır. Ancak
bu ilke her açıdan maddi olmaktan da kurtulamamıştır.
Thales’in bu teorisi, eski Yunan dininden esinlenerek yapılan
bir açıklama olmadığı gibi, bu dinden izler taşıyor olup ondan tamamen ayrık da değildir.
Thales’e göre her yerin Tanrılarla dolu olduğu fikri, bir anlamda bunu ortaya koymaktadır. Çünkü daha önce Aristoteles’in
eskiler diye nitelediği Homeros ve Hesiodos tarafından yazılı hale getirilen destanlarda Styks adındaki
evren Tanrısının su olduğu ve tüm varlıkların Okeanus ve Tethys denilen şeylerden yaratıldığı
söylenmektedir. Thales bu suyun bir ruha sahip olduğuna inanmaktadır. Bu durum
“hylosoism” olarak adlandırılmıştır ve böylece her ne kadar bu şey maddi de olsa,
dünyanın birliğine ilişkin bir teori ortaya konulmuş bulunmaktadır.
Anaksimandros (M.Ö. 610-546)
Thales, suyu her şeyin temelinde bulunan canlı bir töz
olarak anlamasına rağmen, Yunan felsefesinde arkhe sorunu son bulmuş değildir. Anaksimandros, bu tözün
yani evreni oluşturan temel ilkenin “apeiron” denen sonsuz ve sınırsız, aynı zamanda
belirsiz bir şey olduğunu öne sürmüştür. Bu ilke, göklerin ve yerlerin ortak anasıdır ve var olan
her şey varlığını bu ilkeden almıştır. Apeiron denen sonsuz ve sınırsız ilke, Tanrı, deneyimlerden
elde edilen maddi şeylerin ötesinde bir olgusallık oluşturur ve bu yüzden de algılanamazdır. Bu ilke, taşıdığı belirsizlik yüzünden metafizik
değildir. Aristoteles’in hakkında bir bilgi vermediği bu filozofun ortaya attığı apeironun,
var olanın temel ilkesi olarak ortaya çıkması bir yana, yine var olan şeylerin kendisine geri döndüğü
ilke olarak da karşımıza çıktığı görülür.
Anaksimandros’a göre var olan şeyler ceza ödemek üzere
varlığını oluşturan apeirona geri döneceklerdir. Apeiron yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır.
Onun hareketi de kendisi gibi öncesiz ve sonrasız olduğundan, bu hareket sonucu belli tözlerin ayrışmasıyla
varlıklar meydana gelmiştir. Dünyayı evrenin merkezinde gören ve boşlukta hiçbir şeye dayanmaksızın
duran bir silindir şeklinde kabul eden filozof, ilk evren tasarımını da ortaya atan kişi olmuştur.
Anaksimenes (M.Ö. 585-528)
Thales, değişmeyen ilkenin su olduğunu söylerken,
değişmeyen halindeki suyun değişen halindeki suya dönüşünün nasıl gerçekleştiğini
belirtmemiştir. Anaksimenes bunu hava ile çözmeye çalışmıştır.
Hava hem sıkışan hem de genleşen bir şey olmakla, evrendeki her şey bu sıkışma
ve genleşme sonucu meydana gelmiştir. Anaksimenes’in arkhe olarak öne sürdüğü hava, ona göre sürekli
bir hareket ve değişim durumundadır ve bu yüzden de canlı varlıklardaki hayat belirtisi ve hareketin
sebebidir.
Anaksimenes, dinin de etkisinde kalarak insanın aldığı
nefesle ruhu bir ve aynı saymakla, küçük evren olan insanla büyük evren olan kainatın aynı ruhu taşıdığını
söylemiş olmaktadır. O bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Nasıl hava
olan ruhumuz bizi hükmü altında bir arada tutuyorsa, bütün kozmosu da soğuk ve hava öylece sarıp tutar.” Anaksimenes’in, sonsuz ve sınırsız olan apeiron
fikrini bırakıp yeniden maddi ilkeye dönmüş olmasını bir gerileme olarak görenlerin yanında,
havanın bütün bu nitelikleri karşıladığını ileri sürenler de olmuştur.
Pythagoras (M.Ö. 580-497)
Pythagoras ile birlikte felsefenin artık Miletli filozoflarda
olduğu gibi arkhenin bilgisi değil de bir yaşama formu halini almış olduğu görülmektedir. Bu
durumda arkhe problemi yine önemini korumuş, ancak temel problemi oluş fikri belirlemiştir. Bu durumda, ilkel
bir arkhe düşüncesinden daha karmaşık ve formel bir ilke düşüncesine adım atılmış
olmaktadır.
Pythagoras arkhe olarak sayıyı kabul etmiş, her şeyin
bu sayıdan çıkıp yine ona geri döneceğine inanmışlardır. Zira onlara göre sayı, eşyanın
içkin sebebi ve tözüdür. Miletli filozofların maddi ilkelerine karşın Pythagoras,
maddedeki maddi olmayan ve evrene egemen olan düzeni hatırlatmış, karşıtlar arasındaki birlik
ve ahenge dikkati çekmiştir. O, sayıyı evrenin tözü olarak kabul ederken, her bir varlığın bir
sayıya karşılık geldiğini ve bu suretle her şeyin özünün “bir” sayısına
indirgenebileceğini ileri sürmüştür. Aristoteles, Pythagorasçıların matematik ilkeleri her şeyin
ilkesi olarak gördüklerini, ayrıca bu evrenin sayılardan meydana geldiği düşüncesine sahip olduklarını
söylemektedir. Pythagoras sayıyı ideal değil de real bir varlık
olarak düşündüğü için, öne sürdüğü formel görünen arkhe de doğal olarak maddi olmaktan kurtulamamıştır.
Herakleitos (M.Ö. 544-484)
Herakleitos ile birlikte felsefede oluş fikrinin ön plana çıktığını
görmekteyiz. Görünürdeki karşıtlıkların aslında bir bütünü oluşturduklarını savunan
Herakleitos, her şeyin Bir’den ve Bir’in de her şeyden kaynaklandığını söylemiştir. Herakleitos’a göre varlığı oluşturan ilke durmadan
yanan bir ateştir. Bu ateş her şeyin kaynağı olarak nesnelerin dönüşümünü sağlamaktadır.
Ateş bütün evrene kaynaklık ederken, bu anlamda logos
ile özdeş görünmektedir. Herakleitos, her şeyin logosla olup bittiği ve bu logosun bilgeliğin de temelini
oluşturduğu görüşündedir. Logos onun için bir ölçüyü ifade ettiği gibi, bu ölçü de ateşin
miktarını ifade etmektedir. Ateşin yanıp sönmesini ayarlayan logos, burada Tanrısal bir anlama sahip
değildir. Ateş ise ezeli-ebedi bir hayata dayanak olarak daima yaşamın içinde bulunmaya devam edecektir. Yaşam, ancak akılla kavranabilir bir nitelik arz etmekte, aynı
zamanda logosla eş anlamlı kullanılarak Tanrısal yasayla ahenk oluşturmaktadır. Ateşten kasıt akkor veya alev hali olmayıp sıcaklığın
bizzat kendisi kastedilmektedir. Nesneler, önce ateşten kendi tözlerine dönüşümü gerçekleştirirler ve sonra
da aksi bir süreçle ona geri dönerler.
Herakleitos, diğer nesnelerin onun zatından olması
dolayısıyla, ruhu bir ilke olarak kabul etmektedir. O, eşyayı bir nehrin akışına benzeterek evrendeki
oluşu açıklamaya çalışmıştır. Herakleitos, bir nehre iki kez girilemeyeceğini, girildiği
zaman da aslında girilmemiş olacağını, çünkü her şeyin değişmesi dolayısıyla
girenin biz olmadığını söylemektedir. Böylece oluş, varlığın inkarıyla sonuçlanmış
olmakta ve bu oluşun değişkenliğini ateş ve ateşin değişkenliğini de logos ayarlamaktadır.
Herakleitos için asıl olan da bu değişkenlik değil, varlıktaki birlik olmuştur.
Ksenophanes (M.Ö. 570-478)
Elea okulunun kurucusu olarak gösterilen Ksenophanes, varlığın
temel ilkesi gibi bir sorunla uğraşmayan bir filozof olmakla birlikte, bu konuda bazı görüşler de ileri
sürmüştür. Evrenin oluşumu hakkında şiir tarzında eserler yazmış, etkisi altında kaldığı
dine ve panteistik düşünceye bağlı kalarak ana ilkeler olan su, hava, toprak ve ateşi gerçek ilke olan
Tanrıya bağlamıştır. Ksenophanes, fenomenlerin çeşitliliğinden yola çıkarak
kozmosun tinsel birliğine ulaşmış, bunu da tıpkı panteizmde olduğu gibi Tanrıda içkinleştirmiştir.
Ksenophanes’e göre varlıklar toprak ve sudan yaratılmış
olup yine ona döneceklerdir. Bütün bu şeylerin hepsi Tanrının tezahürüdür. Tanrı, kendisi değişmeksizin kalmasına rağmen,
hem varlığa gelen hem de değişime uğrayan süreçleri yaratan evrensel, sonsuz, güçlü ve saltık
bir ilkedir. Böylece Tanrı ve evren aynı olgusallıkta ve yine aynı
aşkınlıkta buluşarak bir panteizm oluştururlar. Bunu göz önünde bulundurursak evrenin de Tanrı
gibi sonsuz ve saltık olduğunu söyleyebiliriz. Aristoteles, bazen önemli bir filozof olarak addettiği Ksenophanes’in,
madde ve formu anlamadığını ve Tanrıyla evreni birleştirdiğini söyleyerek önemli bir filozof
olmadığını öne sürmektedir.
Parmenides (M.Ö. 540-470)
Parmenides’in felsefesi ve dolayısıyla da evrenin
mahiyeti hakkındaki görüşü, Herakleitos düşüncesindeki oluşun inkarından kalkar. Parmenides, var
olmanın olduğu ve var olmamanın ise olmadığı düşüncesine varırken, var olmamanın
olmamayı zorunlu kılacağından hareketle var olmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir. Eğer varlıktan başka olanın varlığı
yoksa, kaçınılmaz olarak varlığın çokluğu problemi ortaya çıkacaktır. Bu da bir “kendinde
Bir” veya “kendinde Varlık” düşüncesini sıkıntıya sokmaktadır. Var olanın dışında hiçbir şeyi kabul etmeyen
Parmenides, tanımsal bir birlikten bahsetmiş olmakla beraber, duyusal çoklukla karşılaştığında
iki ilkenin varlığını kabul etmiştir. Bunlardan sıcak olanı varlığı, soğuk
olanı ise yokluğu temsil etmektedir. Sıcaklık aynı zamanda kuruluğu ve netice olarak da
toprağı temsil etmektedir.
Parmenides, kozmosun yaratılışını mitoslara
döndürerek varlığın yaratıcısı olarak Aphrodithe’i gösterirken, ilk yaratılan şeyin
de aşk yani eros olduğunu söylemiştir. Herakleitos’un, duyuların yanılsamaya düştüğü
kanısını o da kabul etmekle birlikte, duyuların oluş ve bozuluşta yanılsamaya düşmeleri
nedeniyle onun ardındaki değişmez varlığın gözlenmesi gerektiği düşüncesine varmıştır. Bundan dolayı Parmenides, duyulur evreni değişme nedeniyle
sahte olarak nitelemiş, küre şeklinde olduğunu ileri sürdüğü ve devamlı sabit kalıp değişmeyen
alemin gerçek var olan evren olduğunu belirtmiştir. Böyle bir görüşün sonucunda, var olanın bilgisinin salt akıldan
çıkarılması, değişen ve hareketli olan deney dünyasının yadsınmasını gerektirmiştir.
Çokluk bir aldanma, yanılsamadan başka bir şey değildir. Ona göre düşünce yoluyla var olanın
birliği kavranır.
Zenon (M.Ö. 490-430)
Aristoteles’in dialektiğin kurucusu olarak gösterdiği
Zenon, çokluğu ve hareketi kabul etmenin çelişkilere yol açtığını göstermeye gayret ederek,
Parmenides’in varlığın birliği öğretisini desteklemeye çalışmıştır.
O, sonsuzca bölünebilen bir zaman ve mekanı kabul etmenin hangi güçlükleri doğuracağını göstermek
istemiştir. Olan bir şeyin hem sonsuzca büyük hem de sonsuzca küçük olması
gerektiğini öne süren Zenon, ayrıca bu şeyin sayıca hem sınırlı hem de sınırsız
olacağını iddia etmiş ve bunların her birinin hem kanıtlanıp hem de çürütülebileceğini
göstermek suretiyle çokluk düşüncesinin çelişkilerini göstermeye çalışmış, buna karşılık
olarak birliği savunmuştur. Zenon’un “kurbağa meseli”, hareketin inkarını anlatan
garip bir paradoksu gündeme getirir. Filozofa göre, hareket eden şey ne bulunduğu yerde ne de bulunmadığında
hareket etmektedir.
Zenon’a göre, var olan bir şeyin bir büyüklüğü olması
gereklidir. Eğer varlık bir büyüklükse, cisimsel olmak zorundadır. Çünkü cisimsel olan şey, bütün boyutlarda
varlığa sahiptir. Buna karşılık noktalar, eklendikleri şeylerde bir değişiklik yapmazlar. Zenon, hareket noktasıyla varış noktasını birbirinden
ayıran çizginin de yine noktalardan oluştuğu görüşünden yola çıkarak, hareketin olmasının
imkansızlığını ileri sürmüştür. Zira nokta yer kaplamadığı ve bu nedenle sonsuz
sayıda nokta olacağı için, noktalardan oluşan en küçük bir mesafe bile sonsuzdur. Zenon, “ok meseli” ile de hareketin olmadığı
tezini güçlendirmeye çalışır. Havaya atılan bir ok, her an hareket alanının bir noktasında
bulunur. Mekanın belli bir noktasında bulunan bu ok, tüm hareket boyunca sükun halindedir. Varlığın çokluğu ve hareketin imkanı hakkında
Zenon’un ileri sürdüğü itirazlar, bazı kavramların insanları nasıl çelişkiye düşürdüğünü
göstermektedir.
Empedokles (M.Ö. 492-432)
Empedokles’i diğer tabiat filozflarından ayıran
yön, ana ilkeyi birden fazla olarak kabul etmesi ve bunun yanına bir de etkin nedeni koymasıdır. O, oluşu
inkar etmekle Elealılara, hareketi kabul etmekle de İyonyalılara yaklaşmış, değişmeyen
ve ezeli-ebedi bir maddeyi alemin temeline yerleştirmiştir. Dört unsur, bu maddenin ayrışmasıyla
oluşmakta ve sonra birleşerek tekrar bu maddeyi meydana getirmektedir. Bu ayrışma ve birleşmeler
ise, evrendeki varlıkların oluşumunu gerçekleştirmektedir. Tüm bu ayrışma ve birleşmeleri sağlayan unsurları,
Empedokles, sevgi ve nefret ikilemi olarak göstermiştir. Aslında o, dört unsuru iki guruba ayırmış,
sevginin yanına ateşi ve nefretin yanına diğerlerini yerleştirmiştir. Empedokles, dört unsurdan hiçbirinin birbirine dönüşmeyeceğini,
hatta bunların asla birbirine karışmayacağını savunmakla, başta dile getirdiği birlik
fikrinden vazgeçmiş görünmektedir. Ancak buradaki birlikten kasıt, herhangi bir şekildeki birleşme değildir.
Şu halde bu birlik yalnız ruhta bulunmakta ve ruh bu ilkelerle özdeş olmaktadır. O, bir şeyi o şeyle
görmekten bahsetmekte ve ruhun ilkelerden oluştuğunu ileri sürmektedir.
Empedokles, değişimin zorunlu olduğunu kabul ettiği
halde, bu değişimin kendisiyle ilgili herhangi bir nedenin bulunmadığını, eşyanın
doğasının böyle olduğunu söylemektedir. Bu değişime Empedokles, oluştan ayrı olarak başkalaşma
demektedir. Çünkü cinslerin çokluğu benimsenmekle, başkalaşmanın oluştan ayrı olduğu vurgulanmış
olmaktadır. Şimdi unsurların birleşmesinden ve ayrılmasından oluş ve bozuluş doğmakta,
karışımın ayrışması ve karışmasından başkaca bir oluş olmamaktadır.
Aynı kalan bir töz içinde büyüme ve küçülme denilen bir değişim algılandığı gibi, başkalaşma
da algılanmış olacaktır. Ancak Empedokles, bu büyümeyi, eklemeden başka bir şey olarak
anlamamıştır. Böylece her şey kendi cinsiyle büyüyüp çoğalmakta ve hareket etmektedir.
Anaksagoras (M.Ö. 500-428)
Anaksagoras, Empedokles’in iki ana ilkesini tek bir ilkeye
indirgemiş ve bunu da çoğulcu bir yapıya bağlamıştır. Her şeyin bir arada bulunduğu
fikrini kabul eden filozof, bunların sonsuz sayıdaki tohumlardan ibaret olduğunu ve hiçbiri birbirine benzemeyen
nesnelerin burada var olduklarını söylemektedir. Başka bir şekilde söylersek, yeryüzündeki varlıklar kadar
tohum yani spermata vardır.
Anaksagoras’a göre, her şeyde her şeyden bir parça
bulunur, ancak nous bundan müstesnadır. Çünkü nous yahut akıl, yalnızca bir ruha sahip varlıklara özgüdür
ve bu nous, saf ve temiz olduğundan her şeyin bilgisine sahiptir. Hiçbir nesne sonradan meydana gelmediği gibi, asla yok da olmayacaktır.
Meydana gelmeye ancak birleşip karışma, yok olmaya ise ayrışma denmesi daha uygundur. Bu durum, ezeli
olup ebedi olarak devam eder. Bu görüş, daha önce gördüğümüz gibi, Empedokles’ten alınmış
düşüncelerden biridir. Anaksagoras’ın doğanın düzeninde bir akıl unsuru olduğunu söylemesi,
fail bir nedeni kabul etmesi anlamına gelir. Ancak Aristoteles’e göre Anaksagoras’ın öne sürdüğü
akıl, tabiata yalnızca mekanik ve maddi neden olarak etkide bulunur. Herhangi bir şeyin nedenini açıklarken
güçlük çektiğinde akla başvuran filozof, diğer durumlarda akıldan başka şeylere izafe etmektedir.
Anaksagoras etkin neden olarak aklı yani nousu gösterirken,
Empedokles’in sevgi ve nefret ikileminin mistik yanlarını bir kenara bırakmış, onların
ancak bir güç tarafından yönlendirildiğini düşünmüştür. Bu güç ise maddi nesnelerden farklı olan
ve ruh olarak da telakki edilen noustan başkası değildir. Hiçbir nesneyle karışmayan bu akıl, aynı zamanda
diğer nesneleri de harekete geçiren ve birleşmeyi sağlayan güç olarak karşımıza çıkar.
Ezelde hareketsiz bulunan kaos (karışım), bu nous yani Tanrı tarafından hareket ettirilip kozmosun
ortaya çıkışı sağlanmıştır. Anaksagoras, böylece nous sayesinde kozmosun bir karışımdan
(khaos) meydana geldiğini anlatmaya çalışmış, sonsuz nesne fikrini kabul edip kemik, et, ilik vb.
şeylerin türdeş olduklarını kabul etmiştir. Tüm bunlar birbirinden farklı şeyler olup nous tarafından
birleştirilirler.
Demokritos (M.Ö. 460-400)
En eski materyalist okulun lideri olan Demokritos’un öğretileri
hocası Leukippos’unkilerle karışmış durumdadır. Bunun için pek çok felsefe tarihçisi onun
fikirlerini hocasının fikirleriyle beraber zikrederler. Demokritos’un doktrini atomlar üzerine kuruludur.
Ona göre varlık, atom ve boşluklardan meydana gelmiş olup en az atom kadar boşluk da bulunmaktadır. Bu da demektir ki, her bir atomun karşılığında
bir boşluk ve her bir varlığın karşısında da bir yokluk bulunmaktadır. Demokritos,
bütünün ilkelerini katılıkları ve boşluktan yoksun olmaları nedeniyle parçalanamayan küçük cisimler
olarak kabul etmiştir. Bu cisimlerse sayıca sonsuz, boşlukta sonsuzca yayılmış, doğal yapılarında
tözleri biçim olarak benzer olup oluşturdukları şekiller yönünden farklılaşan ve boşlukta sürekli
hareket eden atomlardır. Onların birbirlerine çarpmalarından rastgele olarak bütün oluşur ve bunlardan
da evren meydana gelir.
Demokritos’un dolu dediği şeyler, atomların
oluşturdukları varlıklardır. Boş olanlar ise varlığı olmayan şeylerdir yani yokluktur.
Ona göre şeylerin maddi nedenleri atomlar ve boşluklar olup öğelerin farklılıkları da bütün
diğer niteliklerin nedenidir. Varlıkların farklılıkları oran, temas ve dönüşten ileri gelir
ki, bunlar da bir durumu temsil ederler. Demokritos’un atom dediği cisimler, bölünmez olarak, varlığın
en küçük parçacıklarını oluştururlar. Bu bölünmez cisimlerin yardımıyla oluş ve başkalaşmayı,
düzenleme ve yapılış aracılığı ve şekil farklılıklarıyla aynı
nesneyi değiştirerek yapmak mümkündür. Atomlar bölünmeye değil de vehmen bölünmeye yatkın, özü itibarıyla
daimi hareket halinde olan küçük parçalardan oluşmuşlar, bu parçalar birbirlerine özel bir şekilde rastlayarak
evreni meydana getirmişlerdir. Önce gökler ve unsurlar, ardından göksel hareketlerden bu unsurların karakterleri
ve onlardan da bileşikler oluşmuştur. Ona göre, var olan ve yok olmayan bu atomlardan küre biçiminde olanları
ruhu varlığa getirirler. Ölüm denen olay, varlıklardaki atomların ayrışmasından başka
şey olmayıp bu atomların her biri diğerinden ayrıdır.
Demokritos düşüncesinde atomlar, gerçek bilgiye ulaşmanın
en mantıklı yoludur. Gerçekte hiçbir şeyin bilinmediğini öne süren filozof, atomların şekline
ve durumuna göre varlık hakkında bir şey deneceğini söyler. Gerçek olan varlıklar, yalnızca
duyularla elde edilebilir ve atomları gören de en yüksek bilgiye ulaşmış olur. Lukács, Demokritos’un atom öğretisini, tüm görüngü dünyasının, maddenin unsurlarının ilişki
ve hareketlerinin yasal ürünü şeklinde kavranması olarak tanımlar.
Protagoras (M.Ö. 480-410)
Sofistlerin en büyüğü kabul edilen Protagoras, aynı zamanda
sofistike düşüncenin de kurucusudur. O, varlık ve arkhe üzerine yapılan tartışmaları boş
bir uğraş olarak nitelelemiş, insanı merkeze alan bir felsefe kurmayı hedeflemiştir. Herakleitos’un
her şeyin değişimini öne sürdüğü “akış” fikriyle Demokritos’un duyumların
dışındaki gerçekliğin görülemeyeceği düşüncesinden yola çıkarak bir şüphecilik ortaya
atmıştır. Protagoras, insanı ölçüt olarak almış, hakikatin öznel
yapısına işaret ederek onun göreceli bir şey olduğunu öne sürmüştür. Bu konuda filozof şunları
söylemiştir: “Bütün şeylerin ölçüsü insandır, var olanların var olduğu, var olmayanların
var olmadıkları için. Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse
yine senin için de öyle.”
İnsanın her şeyin ölçüsü olduğu düşüncesini
dile getirmek, her bir insana görünen şeyin gerçeğin kendisi olduğunu söylemek demektir. Böyle olunca da, sonuçta
bir şeyin hem var olduğu hem de var olmadığı aynı ölçüde doğru olacaktır. Burada göz önünde bulundurulan tek insan olduğuna göre, genel-geçer
bilgi de olmayacaktır. Bu durum eşyanın bize göründüğü şekliyle bir şey
ifade ettiği bir tür görecelilik düşüncesine zorunlu olarak insanı götürmektedir. Aristoteles, Protagoras’ın
bu sözünün, bilen veya duyan insanı dile getirdiğini, çünkü bu insanın nesnelerin ölçüsü olan duyum ve bilime
sahip olduğunu söylemekte ve bu sözün olağanüstü hiçbir şey söylemediğini belirtmektedir.
Protagoras, insanı her şeyin ölçüsü yapmakla öznel bir
gerçeklik düşüncesi ortaya koymuş olmaktadır. Hakikatin göreceli olması, onun birden çok olduğu anlamına
gelir ki, bu da doğası gereği hakikat yok demektir. Zira hakikatin tanımı, onun saltık bir niteliğe
sahip olduğunu zorunlu kılar. Nesnel dünyanın hakikati içermeyip yalnızca öznelliği bize gösterdiğini
savunan Protagoras, doğal olarak hakikat hakkında şüpheye düşmüştür.
Platon (M.Ö. 427-347)
Platon’un felsefesi, ilk ciddi sistematik felsefe girişim
olarak kabul edilmektedir. Platon, tüm felsefesinin temelini “idealar kuramı” ile atmış ve tüm
öğretilerini bu kuram üzerine kurmuştur. Platon için idealar gerçekliği temsil ederken, real alem denilen bu
dünyadaki nesneler de yalnızca birer gölgeden ibarettirler. Platon, idealar alemine iki yoldan gitmeye çalışır: bunlardan
birincisi Sokrates’in kavramının tözleştirilmesi, ikincisi de anlıkta bulunan ve duyuların
ötesine geçen matematik nesnelerden. Duyulur alem ancak idealar aleminin bir kopyası olduğu için,
Platon için pek fazla değer taşımaz. “Varlık olarak varlık nedir?” sorusu Platon felsefesinin
en temel noktasına yerleştirilir ve cevap olarak da varlığın “idea” olduğu söylenir.
Platon, idealara yükselmek için bu dünyanın bir basamak olduğunu “hades” denen diğer dünya hayatıyla
olan ilişkinin bir hatırlama dolayısıyla ruh tarafından gerçekleştirildiğini söylemektedir.
Platon felsefesinde idealar ontolojik, teleolojik ve lojik olmak
üzere üç anlama sahiptir. Ontolojik yönü kendinde varlığı yani gerçek varlık olan ideal formu temsil eder.
Bir şey, ideanın ona katılmasıyla her ne ise o şey olabilmektedir. Platon’a göre gerçekliği olmayan ve bu yüzden de gerçekliği
akılla değil de duyular ve arzularla kavranılan varlıklardan oluşan doğa (physis) yahut evren,
idealar dünyasının kopyasıdır. Nesneler dünyasının varlığı bir vehim veya kanıdan
ibaretken, gerçek olanın varlığının bilgisi, varlığın var olma sebebinin bulunduğu
yer olan idealar dünyasındadır. İdealar dünyasındaki formların kavrayışını yalnız
bilge insanlar gerçekleştirebilirler.
Platon’un idea öğretisi, atomculuğun kökten maddeci
tutumu ve hakikati inkarına karşı Tanrısal hakikatin ne olduğunu ortaya koyma çabası olarak
görülmelidir. İdealar değişmediği halde fenomenal dünya sürekli
bir değişim içinde bulunur. İdeaların tam ve eksiksiz oluşuyla fenomenal nesnelerin eksik ve görüntü
oluşu arasındaki uyumsuzluğu, Platon, her iki taraftan da izler taşıyan bir madde (hyle) ile aşmaya
çalışmaktadır. Bu madde biçimsiz, görünmez, olmuş olan nesnelerin anası, sığınağı
ve besleyicisi olarak bütün evrenin temelini oluşturan, kendisine dahil olan her şeyle biçimlenen ve hareketlenen
plastik yığını, bir tür mekan ve oluşun meydana geldiği şeydir.
Platon, madde anlayışında mutlak mekanı kastetmemektedir.
Aksine bu mekanı dolduran, bütünüyle biçimsiz ve nitelikten yoksun olan bir tözü kasteder. Bu biçimsiz töz, her türlü
varlık formundan yoksun olsa bile, Platon, onu boş bir mekan gibi hiçlik olarak düşünmemektedir. Onun vasfı
yalnızca değişen olmakla bir düzensizliği de temsil etmektedir. Varlıklar da Tanrının şekil
vermesiyle işte bu khaostan kozmosa çıkarlar. Bu maddenin parçaları birleşerek dört unsuru meydana getirmiş
ve Tanrı onları birleştirerek onlara bir ruh vermiştir. Ancak ruh, tüm bunlardan önce yaratılmıştır. İdealar
dünyasının kalıplarına göre bu evrene şekil veren Tanrı, yukarıda bahsettiğimiz biçimsiz
madde sayesinde her iki alemi birbirine bağlamıştır.
Bu şekil değiştiren nesne (arkhe), algılama
yetisine sahip olan varlıklar tarafından algılandığı zaman, nesnelerin oluşumu gerçekleşir.
O halde her şey bu şekilde değişerek ve yer değiştirerek oluşmaktadır. Nesne olduğu
gibi kaldığı sürece vardır, başka bir duruma geçip değiştiğinde ise yok olmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, yer değiştiren nesnelerin
ideaların sabit durumuna aykırı bir şekilde bulunduklarından, gerçek varlık olmadıkları
anlaşılmış olmaktadır. Öyleyse Platon’a göre, varlığın gerçekliği, sabit
kalmasında ve hiç değişmemesinde aranmalıdır. Bu dünyadaki varlıkların Platon tarafından
niçin gerçek olarak kabul edilmediği anlaşılmış olmaktadır.
Aristoteles (M.Ö. 385-322)
Tüm zamanların tartışmasız en büyük filozofu
olarak görülen Aristoteles, var olmak bakımından varlığın ne anlama geldiğini sorgulayarak,
asıl varlık bilimini “ilk felsefe” olarak tanımlar. Ona göre var olmak, bir şey olmak demektir. Şu halde onun düşüncesine
göre gerçekten var olan şeyler, Platon’un ideaları gibi evrensel değil, kendisine mantıkta bahsedilen
kategorilerin yüklendiği özne olan bireysel tözlerdir. Bu açıdan, Aristoteles için var olmak, belirli türden bir
töz olmak anlamına gelmektedir. Töz bağımsız bir var oluşa sahip olup diğer
her şeyin varlık sebebi olarak karşımıza çıkar. Aristoteles’a göre, tözler bulunmasaydı, başka herhangi bir şeyin var olması imkansız olurdu. Kategorilerin
ilki olan töz, diğer kategorilerin hepsine öncelikli olması bakımından onların da var oluşunun
nedenidir. Tözün kategorilerden önce gelmesi, onlar olmaksızın var olması
anlamına gelmez. Herhangi bir kategori, varlığın bir dalı olması bakımından varlık
için gereklidir.
Varlık, bölünebilir olma açısından madde ve formdan
meydana gelmektedir. Meydana gelen varlık ne Platon’da olduğu gibi salt bir form ne de Demokritos’taki
gibi salt bir maddedir. Form veya töz meydana gelmez olup meydana gelen şey ise, bu formun bir maddeyle birleşmesinden
dolayı ortaya çıkan bütündür. Madde ve form ayrımı, doğada bulunan her şeye
uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır. Aristoteles’e göre, somut varlık anlamında ele alınan
her töz oluş ve bozuluşa bağlıyken, form ise oluşa bağlı olmadığı için bozuluşa
da bağlı değildir. Meydana gelen şey mahiyet değil de o şeyin varlığı olduğundan,
durum bu şekildedir. Bireysel duyusal tözlerin ne tanımı ne de kanıtlanması mümkündür, zira bu tözlerin
maddesi vardır ve maddenin doğası ise olmak ya da olmamak imkanıdır. Bundan dolayı bireysel
duyusal tözlerin tümü bozuluşa yani yok oluşa tabidir.
Aristoteles dört unsurun da madde ve formunun bulunduğunu ve
bunların maddelerinin, bütünüyle belirsiz ve yapısız yerlerde durma gereğinin bir sonucu olarak var oluşu
varsayılan, ancak analoji yoluyla bilinen ilke olan ilk madde (prote hyle) denilen şey olduğunu söylemektedir. Duyulur cisimlerin maddeleri formdan ayrık değildirler ve sürekli
bir karşıtlığa eşlik ederler. Karşıtların konusu olduğu için maddeyi ilke ve
ilk saymanın gerektiğini belirten Aristoteles, başta ileri sürülecek ilkeyi, edim halinde duyusal bir cisim
olarak tanımlar. Formun maddeyle olan ilişkisi, hareket veya maddeyi içeren dünyadaki
her şeyin tabi olduğu değişime olanak sağlar. Gerçekte hareket kuvve halinde olanın gerçekleşmesinden
başka bir şey değildir.
Aristoteles, üç türlü varlığa geliş tarzından
bahseder: Doğal, sanata dayalı ve kendiliğinden oluş. Birincisinde Aristoteles, doğayı tanımlayarak
onu her türlü varlığı içinde bulundurup değişimlere yol açan güç olarak gösterir. Doğal oluşta
her şey bir şey tarafından, bir şeyden meydana gelir ve bir şey olarak ortaya çıkar. İkincisinde, formun önceden varlığı daha az açıktır
ve bilfiil var edeni gerektiren bu oluşta bilfiil bir var olanın ortaya çıkması gerekmemekte, varlığın
formu bilfiil var edenin zihninde olmaktadır. Üçüncü tür oluş, ilk iki türe bağlı olarak ortaya çıkar
ve burada önemli olan taklit (mimesis) kavramıdır. Gerek doğal gerekse sanatsal meydana gelmelerde meydana
gelen şeyin bir kısmının daha önceden var olması gerekir. Var oluşta ne form ne de madde oluşmaktadır. Aristoteles’e
göre, zaten formun ezeli bir varlığı vardır. Form, içlerinde gerçekleştiği varlıkların
aralıksız olarak birbirlerinin ardından gelmeleri sayesinde ezeli-ebedi olmaktadır. Form, somut varlığa
işaret etmez, bundan dolayı da Platoncu ideaların açıklamaları bize bir şey ifade etmez.
Aristoteles, fiili, kuvvenin kendisine yöneldiği erek (telos)
olarak açıklar. Bir şeyi yapabilmek için o yetiye sahip olunur, bunun tersi değil. Kuvve de böylece fiilin
gerçekleşmesi için vardır. Ezeli-ebedi olan, doğal olarak bozuluşa tabi olandan önce gelmektedir
ve kuvveyle hiçbir şey ezeli-ebedilik kazanmış değildir. En gerçek anlamda bilfiil olan, kuvveye sahip
olmadığı için Tanrıdır. Salt kuvve olması nedeniyle madde de ezeli-ebedi olmuştur. Hareket
ise, bunlardan bir kuvve değildir, zira her şey doğası gereği ezeli-ebedi hareket halindedir. Hareketin oluşu bir hareket ettirici sayesinde olabilir. Kendisi
hareket edenin hareket ettirmesi imkansız olduğundan, hareketin bir sebebi olan hareketsiz bir şeyin olması
gerekir. Formlar, ezeli-ebedi hareketi güçten yoksundurlar ve salt bilfiil değildirler.
Bu güce sahip olmayan bir şeyin verdiği hareket ezeli-ebedi olamayacağından, tüm bu niteliklere sahip
ve hareketi zorunlu olarak devam ettirecek ezeli-ebedi bir töz, hareketin gerçek sebebidir. Bu tözün de salt form ve salt fiil olan Tanrı olduğu muhakkaktır.
Tanrının, değişimin ereksel nedeni olarak fail neden olmasını, etkisinin daima tüm evren içinde
devam etmesi olup bu harekete şevk katmasında aramalıdır.
Var olan şeylerdeki oluşum ve değişimi, Aristoteles,
dört nedenle açıklar: Birincisi kendisinde değişmenin ortaya çıktığı dayanak olan maddi
neden, ikincisi bir şeyin ne olduğunu belirleyen formel neden, üçüncüsü hareketin veya değişmenin kaynağına
karşılık gelen ve aynı bireyde birleşen fail neden, dördüncü ve sonuncusu da bir şeyin amacını
veren ereksel nedendir. Aristoteles’in dört nedeninden yalnızca fail ve erksel neden
bugün için neden kavramına karşılık gelmektedir.