Dahası
biz, gerek kendimiz gerekse dünya hakkındaki tüm bilgilerimizde, daima kendimize ait bir dil tarafından kuşatılmışızdır.
Anlama, yalnızca,
karşıda dilsel eserler bulunduğu takdirde genel-geçerliğe ulaşabilen bir açımlamaya dönüşür.
İnsan, hem kendisini hem de yaşadığı dünyayı anlamlandırma
sürecini belli bir tarih içinde ve belli bir zaman ve mekanda gerçekleştirir. Bu sürecin anlamına dair yapılan
her bir spekülasyon, insanın içinde bulunduğu yani bizzat yaşadığı ortamın diliyle paralellik
arz eder. Dil, en genel anlamda, insanın yaşadığı tarihsel süreci anlamlandıran bir vasıta
değil, bu anlamı muamma olmaktan kurtaran bir yapıdır. Her yapı kendisini yapılandıran
şeyin tarzına göre değişiklik arz ettiği gibi, dil de kendisini yapılandıran unsurların
veya süreçlerin şekline göre biçimlenir. Bu manada, anlamlandırma dediğimiz şey, dilde ortaya çıkan
tarihsel sürecin değişimini kendinde muhafaza ederken, aynı zamanda onun evrimini de serimler.
Öteden beri yapılan araştırmaların temel amacı haline
gelen insanın anlam dünyasının resmi, sıradan bir ontolojik resim olmaktan öte, tipik bir tarihsel kazanımdır.
Kümülatif olarak ortaya çıkan her tarihsel kazanım, varolmak bakımından da anlamlandırılmak
zorundadır. Bir nesneye verilen anlam, aynı zamanda o nesnenin bir betimi olarak, insan olmak bakımından
insanın dış dünyayı algılayış biçimiyle ilgilidir. Burada sözü edilen “insan olmak
bakımından insan” ifadesiyle kastedilen şey, insanın kendini anlamlandırma eğiliminin
tinsel bilgisine ulaşması olmaktadır. Varolmak bakımından varolanın en üst düzeyde gerçekleşmesi
insanlıkta ortaya çıkar ve insanın “zoon logon ekhon” yani düşünen ve konuşan, logos
sahibi canlı varlık oluşu bu durumu simgeler.
İnsanın varoluş tasarımı olan anlamlandırma, mutlaka
anlamayla birlikte yürür. Anlama tasarımı, kendi gelişim imkanına sahiptir ve bu anlama gelişimine
yorumlama adı verilecektir. Yorumlamada, anlamanın farklılaşması söz konusu değilken, yorumlama
kendisini dönüştürmektedir. Her yorumlama, kendini dönüştürürken içinde bulunduğu sürecin de değişimine tanıklık eder.
Zira yorumlamayı dönüştüren ve onu bir önceki yorumlamadan farklılaştıran şey, yorumlanan konumunda
bulunan şeyin kendini dönüştürmesinden kaynaklanır. Burada insanın kendi varlığına ilişkin
yorumlarından ziyade, içinde bulunduğu konumu ve yaşadığı tarihsel süreci yorumlaması önemlidir.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki, insanın konumunu yorumlamasıyla kendi varoluş sürecini anlaması
ve onu anlamlandırması arasında kopmaz bir bağ vardır.
İnsanın kendini anlaması, geleneksel olarak geçirdiği evrelerin
tarihiyle yakından ilgilidir. Bu yüzden her bireyin kendini anlama ve dış dünyayı anlamlandırma girişimi
hep farklı yorumlarla karşımıza çıkar. Öznel bir konuma sürüklenmiş olarak görünen yorumun nesnelliği
üzerine yapılacak tartışmalar ve getirilecek tezler, yine de öznel olmaktan ileri gitmez. Ancak bu durumun
genel-geçerlikten hayli uzak olmasına rağmen, yorumlanan şeyin bir parça aynı kaldığı gözden
kaçırılmamalıdır. İşte bu yorumlanan şey, tarihsel sürecin kendisi durumunda bulunan gelenektir.
Bu tarihsel sürecin nesnesi, dil aracılığıyla bir anlam kazanmak durumundadır. Gadamer’e göre,
dilin tarihsel hareketin bir parçası sayılması, dünya tecrübesinin imkanlarının sonsuzluğuyla
insanın anlama yetisinin sonluluğu arasındaki ilişkiyi çözüme kavuşturur. Böyle bir anlayış, dilin geleneksel yapısının korunması ile yorumlamanın korunması
arasındaki tarihsel bağı gösterir. Çünkü yorumlama edimi, yalnızca şifahi bir dil aracılığıyla
meşrulaşır.
İnsanın hayatını anlamlandırma sürecine bir katkı
olarak, varolanın anlamının yalnızca bir “idea” olduğunu ileri süren Platon’a karşıt
bir düşünce anlayışı içinde bulunmak durumundayız. Çünkü neyi anlamlandırdığımız üzerine sorulacak bir soruya yanıt olarak yalnızca bu dünyayı
anlamlandırdığımızı söylemek yerinde olur. Anlama sorunu, bizim bizzat içinde yaşadığımız
ve bizi çepeçevre kuşatan tarihsel süreçten ayrı olup bitiyor değildir. Olup biten yalnızca bu dünyanın
sonlu olgularının tarihidir ve her oluşun bozuluşa tabi olması da bu sürecin kaçınılmaz
sonucudur. Zira oluş, bir şeyin oluşudur ve bu manada ezeli-ebedi bir yapıya sahip olması mümkün
değildir.
Hayata dair her bir anlamlandırma ve hayatı yorumlama eylemi, muhakkak
bir dil içinde meydana gelmektedir. Öyleyse dilin yapısı, insanın anlama yetisini de sınırlandırmış
olur. Anlama yetisi, tam anlamıyla zihinsel bir faaliyet olmakla, geçirdiği sürecin değişimlerinden etkilenerek
yorumlamayı dönüştüren bir güce sahiptir. Bengi olmaklıktan uzak olan bütün yaşamsal etkinlikler, taşıdıkları
bu sonlu sıfatla dahi kendi evrimlerinin kanıtını sunarlar. Yaşam hem zihinsel bir duruma hem de
edimsel bir işleve sahiptir ve bu nedenle hem anlamlandırılmaya hem de yorumlanmaya muhtaç bir görünüm arz
eder. Bütün bu faaliyetleri bir çatı altında toplama görevini üstlenen dil, sağladığı kazanımları
ancak kendi potansiyel yapısı etrafında şekillendirerek bilfiil haline dönüştürebilir. Bilfiil hale
geçen her yeti, yine de bir harekete yahut bir oluşa tabi olmakla yeniden bir bozuluş evresine geçecektir. İnsanlık
dediğimiz tinsel varoluş gücünün zirvesine erişme eylemi, anlamanın zamana aitlik koşulunu bize hatırlatarak,
bir mekana ait bulunan yaşamsal etkinliklerin tarihsel sürece bağımlı oluşunu vurgular. Tarihsel
olarak sürekli değişen ve değiştikçe farklılaşan yaşam, anlamın sonsuz yapısının
sonlu yorumunu yapmanın güçlüğünü bize hatırlatır.