Esirgeyen
ve Bağışlayan Allâh’ın adıyla.
Şeyh Ebû
Alî b. Muhammed b. Ya’kûb [İbn] Miskeveyh’in, Alî b. Muhammed Ebî Hayyân [et-Tevhîdî] es-Sûfî’ye adâletin
mahiyeti üzerine yazdığı risâlesidir.
[İbn] Miskeveyh
-Allâh ona yardımını daim eylesin- şöyle demiştir: Adâlet tabiî, örfî ve ilâhî olmak üzere üç kısma
ayrılır. Ancak insana özgü istemli (ihtiyârî) bir adâlet daha vardır ki,
bu üçünün içindedir. Bunun için onu diğerlerinden ayrı tutmadık. Öz, ilinti ve eklentilerini zikrederek bunlardan
her birinin mahiyetini açıklamak istiyoruz. Kendisine nispet etme yönü farklı da olsa, [adâletin] bütün kısımları
iyiliğin doğasındandır. Biz, tabiî olan adâletten başlayacağız. Çünkü onun başlangıcı
duyudur (hiss) ve bize daha yakındır. Sonra bize daha uzak olan ilâhî kısma geçeceğiz. Çünkü bu yolların
öğrenilmesi [öğrenme biçimi] daha açık, ifade yolu daha kolaydır ve felsefî metotla daha çok benzeşir.
Biz iki öncül
ileri süreceğiz. Bunların ilki şudur: Hiçbir yol ve sebepten dolayı kendisinde farklılaşma olmayan ve varlıkların (eşyâ) en şereflisi, en erdemlisi
ve en değerlisi, Mutlak Gerçek Bir’dir. Bundan dolayı kendisinde varlık yetkinliği (kemâl) ve zenginliği
bulunur. Sözümüzden, Tam Varlık ve Gerçek Bir’in aynı şey olduğunu anlaman gerekir. Çünkü bunlardan
kasıt, farklı iki tabiat değildir; aksine bu [farklılık], nefsin doğasından ileri gelir.
Onda ne kendi, ne de başkasına izafeti (bağ) yönünden hiçbir çokluk görmediğin zaman, onu Bir olarak anlayıp
öylece adlandırmalısın. Bu öncül (söz) doğruysa, onun zıddı, Bir olmayandır. Yani çokluk, varlık eksikliği ve eksikliğin onda yayılmasından
ötürü kendisinde en rezil, en aşağı ve en alçak özler bulunan başkalıklardaki (ğayriyyât) zıtlık
ve farklılık sebebidir. Eğer çokluk için onu bir yönde birleştiren bir
[şey] varsa, bununla onlar için şereften bir pay ve Bir’e bir nispet vardır. Birliğin kuvveti ve
saflığına göre, onların çok ya da az şerefli olduğuna karar (hükm) veririz ve bu manada bazısının
bazısına nispeti bağlamında “bu bundan daha erdemli” ve “bu bundan daha şereflidir”
denilir.
Diğer öncül:
Mutlak İyi, Tam Varlık’tır ki, onun yetkinliğinin Bir’de
olup [tüm yetkinlikleri] kendinde topladığına hükmederiz. Zira iyinin doğası, varlığın doğasıdır; aralarında
hiçbir fark yoktur. Bütün varlıklar bizzat onu talep ettiğinde, bu isim, yani iyi terimi, yeniden kullanılmıştır.
Sanki iyi terimi, tümeller ona yöneldiği zaman Tam Varlık için bir ilinektir (araz).
Bu son öncül doğruysa,
onun karşıtı, varlık ve Bir olmayan şerdir. Bu ifadenin özeti, çoklukta yokluktur. Böylelikle İyi’nin
Bir’de varlık ve kötünün (şer) de çoklukta yokluk olduğu her iki öncül tarafından da doğrulanmış
oldu. Formların (şekil) oluşmasında temel bir etken olan heyûlâ (ilk madde) bizzat bütün formlardan muaf
(âdime) olduğunda, bir çok yoklukla bağlantılı olur. Öyleyse heyûlâ, kötülüğün kaynağıdır
ve ona maddede şekil giydiren şey ise, iyiliğin madeni ve ona kaynaklık edendir. İşte bu, genel
bir kuraldır.
Özel olan [adâlete]
gelince; bir şeyin kendi zatından dolayı var olması, yok olmasından daha şereflidir. Bu söz seni aldatıp “hastalığın, zulmün (haksızlık)
ve ölümün yokluğu, varlığından daha iyidir” zannettirmesin. Çünkü hastalık, zulüm vb. şeyler cevher
(töz) yahut varlık değildir; aksine onlar, yokluktur. Şüphesiz bu isimler (terimler), onlardan her bir yokluğun,
varolanın yokluğuna delâlet (işaret) etmesi için kullanılmıştır. Zira, yokluğun yokluğu
söz konusu değildir.
Hastalığa
gelince; doğal bünyenin dengesini yitirmesi demektir. Zulüm adâletin kaybıdır, ölüm ise ruhun bedendeki aktivitelerini
yitirmesidir. Bu terimler, bunların bir kısmı siyah, beyaz vb. gibi
aynı cinsten olmalarından dolayı onları zıt isimler -aralarındaki uzaklığın fazlalığını
kastediyorum- sanarak insanların çoğunun yanılmalarına neden olmuştur. Ancak bu terimlerde böyle
bir özellik yoktur. Ayrıca, bu konunun (kelâm) şerh edilip detaylıca açıklanmasının yeri burası
değildir. Ancak şunu bilmemiz gerekir ki, zıt varlıklar (el-eşyâu’l-mukâbile), burada farklı
yönlere (zıt mecralara) giderler. Onların her bir çifti, varlığı bulunan zıttır. Her çiftin
üyelerinin birer zıddı vardır, ancak varlığın zıddı yokluk değildir. Zıtlardan
ikisi bir arada var olamaz, yalnızca biri var olur. [Onun zıddı olan] diğeri ise, bizzat bunun [şimdi]
bulunmamasıdır. Varlık ve yokluk, gören ve kör, konuşan ve dilsiz vb. terimlere “partnerinin
zıddına işaret eden” ismi verilmiştir.
İlk öncülümüze
dönecek olursak; [cisimler], öncelikle özünü oluşturan üç boyuta sahip olduğunda, sonra da kendisini farklı
(çeşitli) sınıflara ve farklı kişiliklere ayıran Doğa’nın etkileri kendisine
eklendiğinde, giderek zıt kuvve ve değişen özelliklere sahip oldu. Bu cisimlerden parça ve ilintilere
en az sahip ve zıt kuvvelere en az bağlı olanlar, Varlık’a en yakın, Bir’e en çok benzeyen
ve kendilerinde çokça bileşen, parça ve ilinek bulunan diğerlerinden daha erdemlidirler. Çokluk yanında onu
birleştirici Bir olmalı, ki onların hepsi tek bir hüküm altında bulunsunlar. Böylelikle onlar, bununla
daha önce (başta) belirtip açıkladığımız gibi şerefli olurlar. Bunun için semavî varlıklar
(el-ecrâmu’l-ulviyye) daha yüce ve daha şereflidir. Şahsiyetleri bâki kalmak üzere, onlardaki varlık,
yetkinliğe ulaşmıştır. Çünkü onlar, kendilerinde zıtlık ve çokluk olmayan beşinci
elementten (tabîa) oluşmuşlardır. Hareketlerinin periyodik (devriyye)
olması ve doğalarında bir olmaları buna delâlet eder. Burada tabiatların (element) üstünlüğü
yoktur. Onların zıddı, dört zıt elementten oluşan (ibaret olan) ayaltı âlemimizdeki varlıklarda
mevcuttur. Element bir olduğu zaman zıtlık olmaz, zıtlık olmayınca da üstünlük çabası olmaz.
Üstünlük çabası olmayınca değişme, değişme olmayınca da var olma diye bir şey olmaz.
O dahi olmazsa, bozulma (fesâd) olmaz. Gök cisimleri, varlığını muhafaza eden birlik sayesinde tabiî cisimlerin hepsinden farklılaşır.
Yeryüzündeki varlıklara
(el-ecrâmu’s-süfliyye) gelince; birbirlerine hasım dört zıt elementten oluşup birliği kaybettiklerinde,
aralarındaki eşitlik dışında onlarda birliğe benzer hiçbir iz bulunmaz. Bunun anlamı; pek
çok varlıktaki eşitlik, onları birleştiren güçlü sebeptir. Bu eşitlik cevher, nicelik, nitelik ve sair “Katagoriler”de tamamen ve birlikte
bulunur. Kendisinde eşitlik var olduğu zaman, birliğe ve varlığa daha çok yakınlık vardır,
onun şerefle ilişkisi daha büyüktür. Cevherdeki eşitlik, suyun bir kısmının diğer kısmına,
toprağın bir parçasının diğer parçasına eşitliği gibidir ki, bileşiklerde (mürekkebât)
altının bir parçasının diğer parçasına eşitliği gibidir. Bütün bunlar cevherde eşittir.
Şimdi onlar nicelikte de eşit olurlarsa, hatta onlardan birinin parçası nicelikte ve ölçüde (mesâha) diğer
parçasına eşit olursa, tabiî adâlet açıkça belirir. Şayet sen, ufka paralel doğru bir çizgi yahut
sütun hayâl edersen, [bir şeyi] belli bir noktada iki eşit parçaya ayırmış olursun. Hatta çizginin
bile eşit olduğu fark edilir. Sonra bu noktada, konumunu değiştirmeden ve iki kısmından biri
diğerine tercih edilmeden ufka paralel uzanan çizginin bulunduğu bir bağıntı hâyal edersin. Bu, denge ve adâletin sebebi olan eşitlik için gereklidir. Sonra
bu çizginin iki tarafından birine cevher ve ölçü bakımından diğer parçayla eşit olan toprak parçasını,
diğer tarafa da cevher ve ölçü bakımından ona eşit [başka bir] parçayı [diğerine] paralel
olarak asarsan, çizgi kesinlikle ufka paralel olarak kalır (sabit olur). Onun yerinin değişmesi söz konusu
olmadığı gibi, adâletin dengesi (yeri) için bir eğilim de olmaz. Bu durum altınla altın, demirle
demir, camla cam gibi aynı türden iki cisim arasında böyledir. Farklı cevherler nitelikte eşit olurlarsa,
hatta aralarında bu türden bir denge olursa, aynı zamanda birlik ve varlıkla da uygun olurlar. Cevherleri farklı
olan toprak ve suyu buna örnek verebiliriz. Bunlar nicelik olan ağırlık bakımından tamamen eşit
olurlarsa, aralarında adâlet ve birlik bakımından da eşitlik vardır demektir. Eğer sütunun [veya çizginin] iki tarafından birine bir parça
toprak (arz), diğer tarafına da ona paralel olarak, toprak parçasının ağırlığına
eşit bir miktar su konulduğu zaman, denge sağlanır ve çizgi ufka paralel olarak kalır. Altınla
demir, kurşunla cam örneğinde olduğu gibi töz ve nicelik, yani ölçü bakımından farklı olurlarsa,
her birinin ağırlığı eşit olduğunda, [yine] dengeler korunur. Bu doğal (tabiî) olan
adâlettir.
Cevherler
öz, nicelik ve nitelik yönünden faklı, ancak bağıntı yönünden eşitse, bundan dolayı aralarında yine de bir denge bulunur. Örneğin toprak, hava, ateş
ve su gibi. Bunlar öz, nicelik ve nitelik bakımından ayrı
olsalar bile, kuvveleri arasındaki bağıntı eşittir. Bu şekilde adâlet ve varlık korunmuş
olur. Zıtlığa rağmen kuvveleri arasında bir bağıntı yoksa veya bağıntıdaki
nispet eşit değilse, onlardan biri diğerine baskın olur ve bazısı bazısına dönüşür.
Böylece âlem tamamen bozulur. Bunu kendi gözlerinle görebilirsin. Yerküre hava, su ve ateşkürenin her birinden öz, nicelik
ve nitelik bakımından farklı olduğu için, gezegenlerin (bâkıyât) her biri diğerlerinden farklıdır. Yerdeki kuruluk ve sudaki nem arasındaki nispet eşit değilse, kuvve bakımından bağıntı
da eşit değildir, biri ötekine baskındır. Havanın sıcaklığı karşısında
suyun soğukluğu ve ikisinin ateş karşısındaki durumu bu kabildendir. Bu nispet, öz yahut nicelik
ve nitelik yönünden değildir. Çünkü bunların hepsi, farklı şeylerdir; bu bağıntıyla orantılıdırlar,
yani sıcaklığın belirli bir miktarının kuvvesi, soğukluğun büyük bir miktarının
kuvvesine eşittir. Bunun küçük bir parçası, ötekinin büyük bir parçasına eşitlenerek iki kuvve arasında
denge kurulur. Bu bağıntı, gezegenler arasında da mevcuttur ve onların hayvan, bitki ve taşlar
gibi bileşiklere nispeti de böyledir. Bu nispet kendisinde dengeli olursa, bileşik de zıtlık ve baskın
olma bakımından daha uzun ve daha az, formunun (sûret) dönüşüm ve değişimi bakımından da
daha yavaştır. Bir cevher olan altında bu bağıntı (nispet) güçlü veya ona yakın bir şekilde
bulunur. Bunun için altın, bu elementlerden oluşmuş (mürekkep) bulunan cevherlerin en sağlamıdır.
Bu bağıntının
araştırılması kimyagerler açısından [oldukça] yorucu oldu. Onlar bu konu hakkında pek çok
kitap yazdılar ve onun bilgisini açıklayarak kimyaya ölçü ilmi (ilmü’l-mevâzîn) adını verdiler. Yemin olsun ki bu, gerçekten zor, zahmetli
ve yorucu bir iştir. Belki bir kimse, insanın nasıllığını sorabilir. İnsan, tüm tözlerin
(cevherlerin) tam bir bileşiği ve aynı zamanda varlık dünyasındaki varlıkların en şereflisidir. Böylece itiraz edilebilecek
şeylerden çokça bahsetmiş ve kesin kararımızı bildirmiş olduk. Artık insanın, kendisinde
bulunan tek bir şeyden dolayı şerefli olduğunu söyleyebiliriz: İnsan, ortak duyu (el-hâssü’l-müşterik) olarak adlandırılan kuvveye ulaştığında,
ondaki özler birleşir ve onun tüm parçaları tek bir töz (hükm) hâline gelir. Sonra bu Hâkim Bir, yanlış
olanları iptâl edip doğru olanları sabit tutarak onlar üzerinde tasarruflarda bulunur. [İnsanlardaki]
bu özler, Bir olan bu şeyle birleşirler. Sonunda şerefinden ve ondaki gerçek birlikten dolayı bütün çokluklar
kendisinde birleştiği zaman, o ve başkaları bir ve aynı şey olur. Tüm canlıların dışında
olarak, bu fevkalâde erdem ve büyüklük kendisinde bulunmasaydı, insan, onlardan daha alçak, daha aşağı,
hatta bütün canlılardan bile daha kötü (ahass) olurdu. Ancak bu özel statüsüyle insan, gerçekten çok şerefli ve
büyük [bir varlık] olmuştur. Kendisine özgü olarak bahşedilen bu yüce mertebeyle
o, dünya ve ahirette iyiliği elde ederek en yüce mutluluğu kazanacaktır.
Örfî (vaz’î)
adâlete gelince; özel ve genel olmak üzere iki çeşittir. Bunlardan genel olanı, altınla yapılan ticaret
gibi, bütün insanların üzerinde anlaştığı şeydir. Yeryüzündeki insanların ittifakı
tamamen bu yöndedir. Çünkü altın, bütün emek ve işin ölçütü ve cevherlerin mutlak vekilidir (onların yerine
vekâlet edendir). Bu, rıza ve örfle olursa, tesadüfen ve şansla değil, aksine
uzun bir gözlem (nazar), hayli bir araştırmadan sonra ve geçmiş bilimin temeli üzerinde olmuş olur. Bütün
farklılıklarına rağmen insanlar, âlemdeki varlıkların en kalıcısı, taşınması
en hafifi, nefse en hoş geleni, en göz alıcısı, varlığı en kıymetlisi ve bozulmaktan
en uzak bulunanı olması nedeniyle altına meylederler. Pek çok şeyi değiştirip bunların
yerine, bunlara karşılık olarak altın edinen kimse, uygun hareket etmiş olur. Bu suretle o kişi,
ne zaman ne isterse, ona sahip olur. Ve o, ömrü boyunca, onun dışındaki cevherleri bozan fesadın
her türlüsünden altını korur. Birisi onu ister kendisi, isterse torunları için saklasın, onda su, ateş,
hava ya da toprak yoluyla bir değişme olmaz. Her on gümüşe karşılık bir altın değer
biçilerek, gümüş, altının bedeli (halîfe) yapılmıştır. Çünkü gümüş, ifade edilen erdemler hususunda altından
sonra gelir.
Özel örfî adâlete
gelince; çeşitli ülkelerdeki farklı insanlar (kavm) tarafından kabûl edilen ve farklı şehirlerden
insanların (ehl) sınırlandırmaya, basitleştirmeye, bir araya getirmeye ve ayrıca onu sürdürmek,
hakkında adil olup ondan ayrılmamak kaydıyla bir işte iki kişinin yaptığı anlaşmaya
dair üzerinde ittifak ettikleri adâlettir. Araştırmada bunun pek çok örneği vardır. Yaygın
olduğundan onu burada belirtmeyeceğiz. Çünkü kimse özel örf ve anlaşmayı kavrayamaz. Ancak sen bu konuyu
(ma’nâ) geleneklerde yaygın olarak bulabilirsin. Bunu kimse inkâr edemez. Böylece gelenek sahibi (yönetici) ve
yasa koyucu, duruma göre, yönettikleri kişilikler ve tanık oldukları
adetler miktarınca daima durması gerekmeyen, aksine durumlar ve adetlerin değişmesiyle değişebilen
kurallar koyar. Bu yasaların her biri, kendi zamanında adildir ve onlardan
yüz çevirmek adâletsizlik ve haksızlıktır.
İnsanda hâssa
olarak bulunan ve övülme sebebi olan istemli (ihtiyârî) adâlete gelince; birbirine baskın ve üstün olmaksızın
nefsin kuvveleri arasında uzlaştırmadır. Sağlığın bedenle ilişki içinde olması
gibi, istemli adâlet de ruhla (nefs) ilişki içindedir. İnsanların yetileri (tabâi’) dengeli bir mizaca
sahip olduğu zaman, baskın olmaz. Nefsin bedene karşı şerefli ve erdemli olmasına binaen, nefsin
sıhhati de bedeninkine nazaran öylece şerefli ve erdemli olur.
Tanrısal
(ilâhî) adâlete gelince; metafizik ve ezelî-ebedî varlılarda mevcuttur. Onunla tabiî adâlet arasında [şöyle
bir] fark vardır: İkisi de ezelî olduğu hâlde, ilâhi adâletin varlığı maddesiz olan şeyde,
tabiî adâletin varlığı ise yalnızca maddede bulunur. Pythagorasçılar bu konuyu [ezelî] sayıyla açıkladılar. Çünkü sayı,
sayılabilir nesnelerden soyutlandırıldığında, özünde (zât) onun için zorunlu nitelikler ve değişmesi
mümkün olmayan bir düzen bulunur. Sayı, bu konuda arzu edilen şeye ulaşmada en güzel yardımdır. Gerçek
şu ki, hiç kimse bir sayının hâssası konusunda şüphe etmez, ki o, herhangi bir zamanda değişim
geçirmiş değildir. Hatta çift bir sayı hakkında ne değişip şimdiki
hâlinden farklı olacağı ileri sürülebilir, ne de kimse onun geçmişte şimdikinden farklı olduğunu
iddia edebilir. Bu konu aritmetikte gerçekten çok açık bir şekilde gösterilir. Aynı şekilde cisimlerden
soyutlanmış nicelikleri (makâdir) bulunan özelliklerde, yani geometride [bu durum] gayet açıktır. Bir
kimse için bu iki ilimde [aritmetik ve geometri] uzmanlaşmak, ancak maddesi olmayan ve maddeden elde edilmemiş,
bilakis ondan soyutlanmış olan ilâhî meseleleri incelemekle mümkündür. Bu, ilâhî adâletin özüdür ki, burada onun
hakkında bundan daha fazla bahsetmemiz imkânsızdır. Düşünen ve düşüncesini tamamen hedefine veren
kimseye bu kadarı yeterlidir.
Risâle Allâh’ın yardımıyla tamamlanmıştır. Tüm övgüler, hakkıyla
övülmesi gereken Allâh içindir. Allâh’ın rahmeti peygamberi
Muhammed’in ve tüm ailesinin üzerine olsun. Bir olarak Allâh bize yeter.
İbn Miskeveyh tarafından kullanılan asıl kelime “mâhiyyet”
ya da “ma’iyyet” olabilir. Çünkü her iki terim de çevirmenler ve filozoflar tarafından önceden beri
kullanılmıştır. Ancak [bu kelimenin] “mâhiyyet” şekli daha yaygın ve daha doğrudur.
O, “whatness” yahut “quidditas”ın karşılığı olarak “mâ”dan türetilen
bir soyutlamadır. “Quiddity”, Arapça kelimenin gerçek Latince karşılığıdır.
Bkz. Weight, Arabic Grammar, c. 1, s. 165. “Mâhiyyet”, Fârâbî tarafından
“quiddity” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Bkz. Fusûlu’l-Medenî, ed. D.M. Dunlop (Cambridge:
1961), s. 149.
Fârâbî, gerçekte İyi’nin Yetkin Varlık, Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-Vücûd)
olduğunu ve kötünün de bu yetkinlikten yoksun bulunduğunu söyler. Bkz. et-Ta’lîkât,
(Haydarâbâd 1376), s. 11.
altuneril@hotmail.com
|