Ethik yargıların
kaynağı, felsefe tarihi boyunca genel olarak iki ana sebebe indirgenmiştir: Tanrı ve insan. Ahlakî yargılar
insandan kaynaklandığı ölçüde insanîleşse de, bu yargıların belirlenmesi konusunda farklı
fikirler ileri sürülmüştür. Bir yandan bu konuyu açıklarken, unutulmaması gereken diğer bir konu ise,
insanın fiilleriyle ortaya çıkan bu ethik değerlerin nasıl bilinebileceği konusudur.
Tanrı merkezli bir ethik temellendirmede, bu ethik yargıların
aklî olup olmadığı konusu bile başlı başına bir sorun teşkil etmektedir. Tanrıyı
kabul etmeyen felsefî düşüncelerde de ethikin kaynağı sorunu henüz uzlaşılarak çözülebilmiş
değildir. Bu yüzden pek çok ateist filozof ethik yargıları inkâr ederek ya da ahlâkî olanı tersyüz ederek
sorundan kurtulmaya çalışmıştır. Özellikle son asırda ortaya çıkan neo-pozitivistler ise,
ethik yargıları anlamsız görerek bir kenara itmişlerdir. İster Tanrıya bağlı ister Tanrıdan bağımsız olsun, tüm ethik
yargıların temelinde Tanrısallık sorunu yatmaktadır.
Ethik yargılar, insanın
karakteriyle yakından ilgilidir. Çünkü insanın fiillerine büyük etki eden içsel bir durum olarak karakter, onun
çevresiyle olan bağıntılarını da şekillendirir. Herakleitos bunu “Karakter insanın
kaderidir” sözüyle özetlemiştir. İşte buradan da bir insan-evren ilişkisine adım atılır.
Felsefenin ahlâka yaklaşım
tarzı hem normatif hem de analitik tarzdadır. Filozof bir taraftan ahlâkî kurallar koyarak bunları aklî zemine oturtmaya çalışırken,
diğer taraftan da bu yargıların analizini yaparak bir ahlâk dili geliştirmeye çabalar. Son yarım
yüzyılda buna bağlı olarak bir meta-ethik kuramı ortaya çıkmış ve ahlâkî alanın dil
yönünden imkânını ortaya koymaya çalışmıştır. R.M. Hare başta olmak üzere ortaya çıkan
meta-ethik kuramcıları, Tanrıdan bağımsız olarak ethik değerlerin oluşturabileceğine
inanmaktadırlar. Ricoeur, bu konuda, “dile getirme” ve “anlamlandırma” arasında bir
paralellik kurar ki, dile getirilebilen her şeyin anlamlandırılması da gerekir. Böyle bir söylemde anlam,
sözel anlatıma eşdeğer sayılabilmektedir.
Ethik yargıların
oluşumunda insanın payı ne dereceye kadardır ve insanı aşan bir ethik nasıl ortaya konabilir?
Başka bir deyişle, insanın ortaya koyduğu ethik yargıların değer oluşturması
ne derece mümkün olabilir? Bu konuda daha pek çok soru sorulabilir, ancak önemli olan onların cevaplanabilir olup olmadığıdır.
Cevaplanabilen bir ethik sorusu, aynı zamanda kanıtlanabilir de. O zaman ethik olanın olgusal olma durumu söz
konusu olacak ve ethik yargıların bir değer taşıyıp taşımadığı sorunu
ortaya çıkacaktır. İşte bu konular, ethik problemlerin ne kadar karmaşık olduğunu göstermektedir.
Ethik yargıları Tanrıya
atfetmede iki farklı yön bulunur: Birincisi, ethikin Tanrıdan dolayı (vahiy) ve ikincisi de onun akıl
yoluyla bilinmesidir. Her iki yaklaşımda da ethik, Tanrı tarafından tabiata ve insana verilmiş bir
değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanrının koyduğu bu yargıların
akılla bilinmesinin mümkün, hatta zorunlu olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, insan aklına hiç güvenmeyen
ve ahlâkî olanın bilinebilirliğinin ancak vahiyle mümkün olduğunu savunan görüşlerle de karşılaşmaktayız.
Tanrıdan kaynaklanan ethikin aklî olmaması, insan aklına karşı bir önyargı oluşturmuş
olacaktır.
Tanrı merkezli bir ethik
temellendirmede aklın tabiata hâkim bir içgüdüyle ondaki temel ahlâkî değerleri kavraması gerekir. Ancak değer
olan bir şeyin tabiatta bulunmasının ne derece imkânı vardır? Şayet değer yargılarının
kendisi tabiatta bulunuyorsa, aklın mahiyetinin de tabiî olması gerekebilir. Böyle bir anlayışta Tanrının
bilinmesi yahut iman meselesi sıkıntı doğurur. O hâlde ethik değerler tabiî olan yolla değil
de başka bir yolla bilinirler. Aklî olanın tabiî olanı aşması mümkünse, bu ethik yargıların
aklî olanla kavranması lâzımdır. Ancak burada ahlâkî olanın akılla kavranmasından bahsederken,
akılla temellendirilmesinden, yani Tanrıdan bağımsız olmasından bahsetmiyoruz.
Ethikin nihaî anlamda Tanrıya
bağlanması, Tanrı-insan ilişkisinin temelinde yatar. Bu ilişki de nitelik yönünden ahlâkî olmak zorundadır. Bu durumda bir Tanrı inancı bulunması söz konusu olacaktır. İnsan aklının
aşkın olanı düşünmesi, onun eylemlerini de nihayetinde bu aşkın varlık düşüncesine
göre gerçekleştirmesi, birbiriyle bağlantılı olarak, yani totolojik anlamda ortaya çıkar. Yani Tanrısal
alanın kendisi insan eylemlerinde, insanın fiilleri ve bunları yaparken oluşturduğu çerçeve de Tanrısal
alanda açığa çıkar. Burada aklın Tanrısal alanla kurduğu ilişki bir yönüyle de duygusal
olmaktadır. Bu, insan psikolojisinin vazgeçilmez bir yönünü oluşturur. Rasyonel anlamda bir ethik temellendirmesinde
aklın rolü ne derece üstte olursa olsun, Tanrıya olan inancın duygulara da yansıması ve bu duygularla
yaşamda yer bulması bunu göstermektedir. Bir olayın ya da eylemin iyi veya kötü oluşunu dile getirirken,
aklın bu eylemlerde yeterince pay sahibi olmadığını görmezden gelmek imkânsızdır. A. Bertrand’ın
da dediği gibi, kimi eylemlerimizin güdü, alışkanlık ve ihtirastan kaynaklandığını
söyleyebiliriz. Zira ihtirasların duyumlardan kaynaklandığını ve duyumlarda bunun nasıl
gerçekleştiğini Descartes açıkça göstermiştir. Ama bu, ethik yargıların akılla kavranmasının önünde bir engel oluşturmaz.
Bizim burada belirtmek istediğimiz şey, duygular yoluyla oluşan eylemleri akılla kavrarken, nihaî olarak
duyulur olandan tam anlamıyla bağımsız bir akıldan değil, duyulur olanı da hesaba katan
bir akıldan yola çıkmadır.
Tanrı-ahlâk ilişkisine
ya Tanrının varlığı ya da ahlâk açısından bakılır ve bu bakış tarzına
göre farklı teolojiler ve ahlâk teorileri doğar. Bu teorilerin hepsi, önceden de söylediğimiz gibi, Tanrıyı nihaî anlamda ethikin gereği
olarak görür. Tanrıdan bağımsız olarak nitelediğimiz ethik teorilerinin tamamı ise, insanın
yeterliğinden hareketle varlık problemini ele alış tarzına göre çeşitli şekillerde ortaya
çıksa da, Tanrıyı nihaî amaç olarak görmediğinden bunları bir gurupta toplamanın sakıncası
yoktur. Bizi şu an ilgilendiren, Tanrıya bağlı olarak insanda ethik yargıların a priori olarak
bulunup bulunmadığıdır. Eğer bu yargılar a priori olarak bize verilmişse, neden onları
bulmak bu denli zor olmaktadır? Bunun için, az önce bahsettiğimiz gibi, duyulardan bağımsız hareket
etmememiz gösterilebilir.
Tanrının var olmasıyla
ethikin var olması arasındaki paralellik göz önüne alınırsa, her türlü eylemin zorunlu olarak Tanrıya
döndürülmesi kaçınılmaz görünür. Tanrı, kendisine inanan için ne denli önemliyse, ethik de o derece önemlidir.
Tanrıya olan inanç, ethikin de temellerini atan şeydir. Tanrıya inanmayan ancak ethike inanan ve bunu ethikin
gereği için varsayan bir düşünceyi anlamak çok güç. Çünkü Tanrı olmadan değer dünyasının anlamının
olması her durumda problemlidir. Böyle bir düşünce, ethik yargıların tabiî olduğu sonucuna varırken
ethikin değer yerine olguyla temellendirildiğinin farkında bile olmaz. Ahlâkî ve buna bağlı olarak
ethik yargıları sezgiyle kavranılan bir tabiî obje niteliği olarak gören Moore, aynı zamanda bunu
bizim dışımızdaki değerlerin keşfi olarak görür. Moore’a göre, ethiki Tanrıdan çıkarmak
hatadır ve ahlâkın temelinde iyiyi gerçekleştirme eğilimi ancak faydacı olmalıdır. Aslında Moore’un söylemediği bir şey var: Bizim dışımızda olan
bu değer alanının bulunduğu yerin neresi olduğu. Bu değer alanı ya evrende ya da evrenin
üstünde aşkın olmalıdır. Dünyayı sınırlayan bir tabiat alanı olarak evrenin içinde
bu değer alanının yetkin olarak bulunması olanaksız olur. Eğer yetkinlik aşkınlıkta
ise, Moore’un bunu reddettiği bilinmektedir. Çünkü o, metafizik anlamda bir ahlâkı kabûl etmez.
Bir ethik yargının
değer alanına ilişkin olduğunu söylemek, yargının biri tarafından buyruk olarak söylenmiş
ya da verilmiş olmasını gerektirir. Kant bunu insanın yetkin olmamasına bağlar ve evrende içerilmiş
bulunan “en yüksek iyi” denen mutluluk yasalarını bilmek için Tanrının yardımına
ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Buna rağmen Kant, ahlâk felsefesini aklî dayanaklarla açıklamaya ve ahlâktan yola çıkan
bir teolojiye ulaşmaya çalışır. Tanrının yoksulluğu ile açıklanabilecek bir ahlâkî
temellendirme açısından değerlerin yoksulluğuna varabilecek her türlü Tanrısız ahlâk kuramlarından
burada bahsetmek istemiyoruz. Ethik açısından değer problemine girmeden Tanrısal olarak verilen ve Tanrıyla
temellendirilen ahlâka devam edelim.
Ethik yargıların
bir Tanrı tarafından konulduğunu kabul etmezsek, ya da bu yargıların tabiî olarak var olduğunu
savunursak, Tanrı-ahlâk ilişkisini açıklamamız zordur. Asrımızın önemli din filozoflarından
Swinburne, Tanrının bize bildirmediği yani görev olarak koymadığı şeylerin bizim açımızdan
görev sayılamayacağından hareketle, ethik yükümlülüğün kaynağının Tanrının kendisi
olduğunu belirtmektedir. “Tanrı koyduğu ahlâkî kuralları artık bir daha değiştiremez.
Dünya her nasılsa, onlar öylece devam etmelidir” der Swinburne. Tanrıya bağlı olmaksızın, Tanrıdan bağımsız
bir ethik yargının bulunması, onun bilgisinin küllî olmasıyla bağdaşmaz. Eğer evreni yaratan
bir Tanrıya iman edilecekse, ethik olanın konulmasında da kaynak olarak Tanrının alınması
gereklidir. Tanrıdan bağımsız bir ahlâkî yargı, Tanrının bilgisini sınırlayan
bir sebep olarak karşımıza çıkacaktır. Ethik açıdan da durum bu şekildedir. Evrenden çıkan
bir ethik kuramı, evren gibi olgusal olmak zorundadır. Bu manada “olgu” ile “değer”
arasında bir fark kalmamış olur ki, bu da Tanrının tabiata olan aşkınlığı
ile tezat oluşturur.
Augustinus, İtiraflar’ın
ilk paragrafının sonunda şöyle der: “İnsanı kendin için yarattın. Bu yüzden yüreğimiz
sende huzur bulana dek huzursuzluklarla çalkalanıp duracaktır.” Ethik yargıların temel amaçlarından birisi de Augustinus’un belirttiği gibi
huzurdur. İnsan bu huzuru ancak Tanrının koyduğu yasalarla yakalamak istemektedir. İnsana yapıp
etmelerinin karşılığında verilecek olan karşılığın ancak her şeye mâlik
bir irade tarafından sağlanabileceği kanısını taşımayan yok gibidir. Eğer Tanrısız
bir ethikten bahsedilirse, insan fiillerinin karşılığı kuru bir kahramanlık övgüsünden ve ileride
başkaları tarafından hatırlanmaktan öteye geçemez. Bundan başka, Jaspers tarafından da dile
getirildiği şekliyle, Tanrısız olan bir ethik –ki özünde hürriyet vardır– ile insanın
Tanrılaşması arasında ilinti vardır. Ethik, bir değer olarak ancak değerin bizzat kendisi olan varlık tarafından konulmamışsa,
bir tür olguya indirgenmişse, insanın Tanrılaşması da zamanla kaçınılmaz olacaktır.
Hume’un da bildirdiği
gibi “Sorun varlık hakkında değil, bilakis Tanrının doğası hakkındadır.” Tanrının doğasının ya da mahiyetinin bilinmesi sorunu çözmek için yeterlidir.
Ancak Hume da Tanrının doğasının bizim açımızdan bir giz olarak kaldığından
şüphe etmiyor. Zaten Tanrıya olan karşılıksız sevgi de onun bu gizli yönünden ileri geliyor.
Tanrıyı evrendeki objeler gibi nesnellikte algılamak mümkün değildir. Tanrının varlığı
ile ethikin değer olması arasında da böyle bir ilişki vardır. Ethik yargılar bu vesileyle değerini
Tanrıdan alır. Tanrı bu yönüyle ethikin teminatı olmaktadır.
Tanrıyı iyinin kendisi
olarak gören bir anlayış biçimi, ethik yargıların Tanrıyla olan bağıntısını
keser. Ateist düşünürlerden Russell, Tanrının, iyiliğin kendisi olduğunda, ethikin Tanrıdan
bağımsız kalacağını, aksi halde hem Tanrıyı iyinin bizzat kendisi olarak hem de iyiyi
Tanrıdan dolayı olarak görmenin çelişki olduğunu söylemektedir. Tanrıyı iyi olarak nitelemenin getirdiği çelişkiyi ortaya koyarken, bir yanlış
anlamayı da açıklamamız gerekir. Bir teist filozof için, Russell ve onun gibi düşünenlerin getirdiği
bu şekil eleştirilerin hiçbir kıymeti yoktur. “Tanrı iyidir” sözünden Tanrının iyi
ile özdeş olması çıkarılmaz. Kaldı ki, hiçbir teist filozof da Tanrıyla iyiyi özdeş tutmamıştır.
Sudurcu panteist filozof Plotinus, Bir (Tanrı) ile iyiyi özdeş olarak kabul etmiştir. Ancak bu, teizmin ethik anlayışına ve Tanrı tasavvuruna zarar getirmez. Meselâ Fârâbî
Tanrıyı saf iyilik (hayrun mahz) olarak nitelemiş, sonra bunu Miskeveyh de bu şekilde dile getirmiştir.
İslâm filozofları, sıfatları zatın aynı saymadıklarından, onların bu nitelemeleri
Tanrının zatına ait değildir. Nitekim Miskeveyh “Sanki iyi terimi… Tam Varlık [Tanrı]
için bir ilinektir” derken Tanrıyla iyinin özdeş olmadığını belirtmiştir. Tabiîdir ki,
bunu bu şekilde tevil ettiğimiz zannedilebilir. Ancak Aristoteles’te rastladığımız Tanrının,
ilk hareket ettiren olmasına rağmen, Fârâbî’nin bunu ilk akıl kabûl ederek Tanrıya götürdüğünü
görmekteyiz.
Görüldüğü üzere, İslâm
filozoflarının yaptığı şey, Tanrıya atfedilen bazı özelliklerin, Tanrıdan değil,
Tanrının yarattığı ilk akıldan dolayı olduğunu göstermektedir. İbn Sînâ, Tanrının
zatına eklenmiş sıfatları bulunmadığını, onun zatının mükemmelliğinden
dolayı, ondan ancak “bir” çıktığını ve bu yüzden onun fiillerinin ikiliği kabul
etmediğini belirtmektedir. Ona göre bir fiilin Tanrıdan çıkması, sebebin ve sonucun Tanrı olmasını
gerektirir.
Tanrı, iyiliğin kendisi
olma yönünden değil, aksine iyiliğin sebebi olma yönünden “iyi” olmaktadır. Çünkü Tanrı, tüm
iyilikleri kendinde toplamışsa, toplanan şeyin zata ait olmasını açıklamanın olanağı
yoktur. Tanrı, ethik olanın kaynağı olurken, ethik olanın nasıllığını koyan
olarak anlaşılmalıdır. Böylece Tanrıya atfedilen paradoksal düşünüşün bir tür yanılsama
olduğu görülecektir.
Hangi şey kutsalsa, onun
kaynağının da kutsal olması ve var olması gerekir. Kutsallık atfedilen yargıların
yahut eylemlerin sebebinin bulunmaması, aklın bir paradoksudur. Çatışkıları
çözmek için bu çatışkıya neden olan illeti ortadan kaldırmak zorunludur. Burada ya ethik olanı yani
kutsalı ortadan kaldırmak –ki bu, paradoksu çözmek yerine, konuyu ortadan kaldırır- veya bu kutsalın
sebebine, yani onun gibi kutsal olan ve onun dahi kutsallığına neden olan bir Tanrıya ulaşmak gerekir.
Nitekim Wittgenstein bile “Bir şey iyi ise, kutsaldır da. (…) Doğaüstünü ancak doğaüstü olan
dile getirebilir” demiştir.
Tüm bunları göz önünde
bulundurursak, ethik yargıları koyanın Tanrı olduğunu görürüz. İman konusunun rasyonelliği
ve Tanrı kanıtlamalarının objektifliği bir tarafa, tüm inananlar için Tanrıdan bağımsız
bir değer alanı aramak, ethik açıdan bile saçmadır. Eğer değerlerin varlığından
söz edilecekse, Tanrıdan söz edilmesi öncelikli görev olmalıdır. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Bu bir
anlama meselesi değil, inanç meselesidir.